Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Seyircilerin sorumluluğu yok mu?

 Son aylarda kimle konuşsam, hangi okuyucu mektubunu açsam aynı şeyle karşılaşıyorum: Korkunç derecede beceriksiz insanlardan oluşan bir siyasi ve bürokratik yapı Türkiye’ye hâkim oldu, işler bu yüzden kötü gidiyor!

Yüz yüze konuştuklarıma soruyorum: Peki bunları siz seçmediniz mi? Bu beğenmediğimiz siyasi üst yapı, bizim toplumumuz içinden çıkmadı mı? Onlar da bizim toplumumuzun bir ortalamasını yansıtmıyor mu?
Aldığım yanıtlar genellikle tek tek biz bireylerin sistem karşısındaki güçsüzlüğünü vurgular nitelikte oluyor: Bir avuç kötü insan, ellerine geçirip istedikleri gibi şekillendirdikleri bir sistem sayesinde canımıza okuyorlar, ekonomiyi mahvettiler, her şeyi çalıp çırptılar vs, vs…
Sizlere daha önce bu köşede Prof. Dr. Selami Sargut’un “Kültürlerarası Farklılaşma ve Yönetim” isimli kitabından söz etmiştim.
Sargut kitabında Türk toplumunda dışsallık eğiliminin yüksek olduğunu yazıyor.
İnsanlarımızın ister ast, ister üst mevkilerde olsunlar, denetim altına alamayacakları birçok konu ve olay olduğu kanaatini taşıdığını vurguluyor.
“Sonuçta herkes olaylara ya da süreçlere kendisi yön veremeyeceği inancında olduğu için güçlü başkalarının peşine düşmektedir. Güçlü başkaları da çözmezse iş Allah’a kalmaktadır” diye yazıyor.

Devlet de devlete el açar
Birlikte okuyalım: “İşe yabancılaşma eğilimi yüksek olan, sürekli dış uyarılar bekleyen, denetim gevşediğinde hiç iş yapmayan dışsalların üretim ve performans standartları düşüktür. Düşük bireysel performans ülke ekonomisini kötü etkileyecektir. Sonuçta herkes elini devlet babaya açacak ve kendisine bakmasını isteyecektir. Devlete el açma olgusu yalnızca bireylerle sınırlı değildir. Devlet kurumları ve özel sektör de aynı tavır içinde olacaktır. Birey de, özel sektör de son toplamda verimsizliklerini ve performans düşüklüklerini devlete ve topluma fatura edecektir.”
Sargut’un çizdiği bu çerçeveyi günlük ekonomi diline şöyle çevirebilirim diye düşünüyorum: Kamu bankalarının ‘görev’ zararı, destekleme alımları, ‘mevsimlik’ işçilerin yılda 12 ay maaş almaları, içleri boşaltılan özel bankaların zararlarının hazineye yüklenmesi, KİT’lerin üretim yerine istihdam amaçlı olarak kullanılması, vergi istisna ve muafiyetleri, vergi kaçırmak, vergiden kaçmak ve sonuç olarak yüksek faizli kamu borçlanmaları… Bozulan ekonomik dengeler, enflasyon ve nihayetinde ekonomik kriz!

Sıradaki ‘Baba’ kim?
Yine Sargut’a dönüyoruz: “Dışsallığın iyileştirilemeyen hastalıklarından birisi de kurtarıcı bekleme eğilimidir. Toplumsal sorunlar büyüdüğü zaman yaşamını denetlemekten yoksun bireyler kurtarıcı beklemeye başlar. Bu kurtarıcı bazen bir siyasal lider, bazen de askeri ihtilal olabilir. Toplulukların liderlerden bekledikleri ‘baba’ görüntüsü, dış denetime duydukları gereksinmeyi doyurmaya yardımcı olur. Bir bakıma topluluklar böylelikle sorumluluğu bir ‘baba’ya atarak önemli bir sorunlarını da çözmüş olurlar. Artık onlara bakma, onları doyurup kollama görevi babaya ihale edilmiştir. Sonuçta baba işini kıvıramazsa geldiği gibi hızlı biçimde gidecektir. Topluluklar sorumluluklarını ihale edebilecekleri yeni bir baba arayışı içine girerler.”
Bunu da günlük siyaset diline şöyle çeviriyorum: Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Süleyman Demirel, Kenan Evren, Turgut Özal, Yıldırım Akbulut, Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit / Devlet Bahçeli / Mesut Yılmaz…
Şimdi sıra kimde dersiniz? Derviş mi, Çiller mi, Baykal mı?
Peki bütün bunlarda biz ‘seyircilerin’ hiç sorumluluğu yok mu?