POSTA

Aşk iyidir bak, duyumunu arttırır insanın

Pazar gecesi eşimle sinemaya gittik. Clint Eastwood’un hem yönetip hem de Meryl Streep ile birlikte oynadığı “Yasak ilişki’yi seyrettik.

Bilet alırken bir önceki seansın müşterile­ri dışarı döküldü.

İstisnasız tüm kadınların elinde bir mendil vardı. Kimisi de kızarmış gözlerini saklamak için gecenin o saatinde güneş gözlük­lerini takmıştı.

Eşime söylenmeden edemedim, “pazar akşamı için çok uygun bir film gibi görünü­yor” dedim. Ama bir cevap alamadım.

Film, hayatının hızla geçip gittiğini iş iş­ten geçtikten sonra anlamış bir kadınla, bir gazetecinin “temiz aşklarını” anlatıyor­du. Filmi seyrederken epeyce bir süredir, aşk üzerine yazı yazmadığımı hatırladım. Çiller’e, Yılmaza, Demirel’e, Baykal’a da­ha çok önem verdiğim için kendime kız­dım. Pazartesi sabahı ilk işimin bu olması gerektiğine dair kendi kendime sözler ver­dim.

Daha ilk gençliğinde aşık olduğu bir adamla evlenerek Amerika’ya, Iowa’ya (Bi­zim Konya ovası gibi bir yer) gelen Francesca aradan geçen 20 yıl sonra “hayatını sorgulamaya” başlar. (Bu lafa da sinir oluyorum, ama o ayrı bir yazı konusu olacak, Çiller izin verirse tabii!)

Derken bir gün Iowa’ya gelen bir ga­zeteci ile karşılaşır ve yıldırım aşkı iki orta yaşlı insanı kavrar götürür.

Clint Eastwood’un herhalde parasını ken­disi karşıladığı için olsa gerek hem oyna­masına hem de yönetmesine izin verilen film, bir sinema şaheseri değil.

Ama filmi seyreden bütün kadınların göz­yaşlarının sular seller olup akıp gitmesinden de vardığım sonuç o ki, bu yılın bazı Oscar’ları bu filme gidecek!

Vardığım bir diğer önemli sonuç da, bu filmde bütün Türk kadınlarının ağlamasına yolaçan esas şeyin, filmin kendisinden çok “aşk acısı” olduğu.

Ağlayanlara çok sormak istedim. On­ları ağlatan neydi? Kendilerini film­deki kadının yerine koyup, yitip gi­den hayatları için mi ağlıyorlardı? Kocaları, filmdeki gazetecinin yerinde olsaydı aynı öyküye yine ağlarlar mıydı? Bilemiyorum, soramadım.

Ama düşünmemin önünde engeller yok­tu. Ben de düşündüm.

İlk önce aklıma Sabahattin Eyüboğlu’nun aktardığı bir öykü geldi. Eyüboğlu, bir köy­lüye sormuş, aşk nedir, diye.. “Sevdiğine kavuşamazsın aşk olur” diye gelmiş cevap.

Tomris Uyar da, Tan Oral’dan naklen şöyle yazmıştı: “Aşkta engel ne kadar bü­yük olursa, aşk da o kadar büyük olur.”

Sonra Fuzuli’yi hatırladım. Bütün ömrünü aşk için ah vah ederek geçiren Fuzuli’yi.

Cefâ vü cevr ile mu’tâdem anlarsız n’olur hâlim
Cefâsına had ü cevrine pâyân olmasın yâ Râb

(Cefa ve eziyetlerle o kadar senli benli ol­dum ki, onlar olmadan halim nice olur. Tanrım, -sevgilimin- cefasına bir sınır, ezi­yetlerine de bir son olmaz.)

Bütün bunlardan biz Türklerin aşk de­nen şeyi biraz “acılı” yaşamaktan hoşlandı­ğımızı çıkardım.

Filmdeki aşkın, kadınlarımızı ağlatan yö­nü de işte bu tarafıydı. Çocukları ve kocası için büyük bir fedakarlıkta bulunup, aşık ol­duğu adamın peşinden gitmeyen kadının çektiği acının yoğunluğuydu onları etkile­yen.

Leyla ve Mecnun’un, Kerem ile Aslı’nın, Ferhat ile Şirin’in, Romeo ile Juliet’in aşklarının bu kadar geniş kit­leleri bunca yıldır etkilemiş olmasının geri­sinde yatan neden de o aşklardaki acının dayanılmaz ağırlığı olmalıydı.

Hemen belirtmeliyim ki, aşkı, acı ile bir­leştiren bu tür bir yaklaşımı marazi buluyo­rum.

Ben Edip Cansever’in bir şiirindeki gibi aşkın insanın duyum yeteneğini arttırdığına inanan bir görüşün savunucusuyum. (Yazı­mın başlığındaki dize Cansever’in “Buz Gibi” isimli şiirinden.)

Aşkın insan yaşamını daha değerli kıldı­ğını düşünürüm.

İnsan beyninin sadece ye sadece aşık­ken salgılayabildiği mutluluk hormonu “seretonin”in yaşama sevincini büyüttüğüne inanırım.

Seretoninin tıpkı nikotin gibi, kafein gibi bağımlılık yaratıcı bir madde olduğunu söylüyor, bilim adamları.

Bir kere seretoninle yaşamaya alışmış bir kişinin (yani bir tek kere olsun aşık olmayı başarabilmiş bir kişinin) bir daha asla aşksız yaşayamayacağına, beyninin ona yine aşık olmayı emredece­ğine inanıyorum.

Bu nedenle de benim teorimde aşk acı­sı, aşk varken değil, tam tersine aşk yok­ken çekilen bir duygu haline geliyor.

Bu yüzden ne zaman radyoda bir aşk şarkısı çalsa canlanırım. Otomobilimden inip motosikletle işe gitmeme eşim asla izin vermeyeceği için de hırsımı arabadan alırım. Gaza yüklenir, beynimdeki sereto­ninin, damarlarımdaki adrenalin ile karış­masının verdiği sarhoşluk ile bir trafik ca­navarına dönüşürüm.

Siz aşk konusunda hangi gruba giri­yorsunuz, bilemiyorum. Ama, arada bazı uzatılmış bölümlerde sıkılmayı göze almanızı ve Yasak İlişkiyi bir kere ol­sun izlemenizi öneriyorum.

Kimbilir, belki o zaman şu Türkiye’nin bitmek bilmeyen günlük sorunlarını bir an için olsun unutur, çok daha temel bir konu olan, kendi hayatınız ve aşklarınız üzerine düşünebilirsiniz.

Biraz gözyaşına da mal olsa buna değer, bana inanın!