Avrupa'dan Kürtlere iki uyarı
Biz seçim telaşı içinde koşuşturup dururken, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatının (AGİT) aldığı iki önemli karar dikkatlerden kaçtı.
Bir tek Posta bu iki karara da kendi imkanları içinde hak ettiği yeri verdi.
AGİT’in son kararlarına kaynaklık eden fikrin ana omurgası, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişi sürecinde sık-sık ısıtılıp karşısına sürülecek olan “kürt sorununun yeniden yorumu” üzerine oturuyor.
Kararların Türkiye’yi yakından ilgilendiren ve Türk tezinin Avrupa’da savunulmasını tahminlerin de ötesinde kolaylaştıran bir çok yönü var.
İlk karar, kapatılan DEP’in milletvekillerinin AGİT’e başvuruları üzerine alındı.
DEP’li milletvekillerinin, Varşova’da Ekim ayı içinde yapılan İnsani Boyutla İlgili Uygulama Toplantısı’na katılma isteklerini, AGİT kabul etmedi.
Red kararının gerekçesi DEP’in “teröre destek vermesi” olarak açıklandı ki, bu gerekçe, bugüne kadar Türkiye’nin bir türlü anlatamadığı bir olgunun altının Avrupa’nın resmi bir organı tarafından da çizilmesi anlamına geliyordu.
AGİT bu kararını Helsinki Belgesi’ne dayandırdı. Helsinki Belgesi, terörizme destek veren ya da müsamaha gösteren sivil toplum örgütlerinin (burada DEP’in) AGİT faaliyetlerine katılmasını yasaklıyordu.
Türkiye, DEP ile PKK ilişkisini batılı müttefiklerine bir türlü anlatamazken, AGİT bir anlamda kendiliğinden bu ilişkiyi resmileştirdi.
Avrupa belgelerine de geçen bu gerçek sayesinde Türkiye, hapisteki DEP milletvekilleri nedeniyle uğradığı eleştirileri daha kolaylıkla atlatabilmesini sağlayacak bir koz elde etmiş oldu.
Posta’nın dikkatinden kaçmayan, ancak diğer Türk gazetelerinin kuponları arasında kendisine pek de önemli bir yer bulamayan ikinci konu ise Avrupa ülkelerindeki azınlıkların durumlarıyla ilgili.
AGİT’in Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiseri Van der Stoel’in raporu, “ulusal kimlik”çileri bir hayli üzecek noktalar taşıyor.
“Azınlıklar ayrımcı, özel bir konuma sahip olma yönünde taleplerde bulunmama gerektiğini kavramalılar” diyen Van der Stoel’in raporunun en ilginç saptaması da şöyle: “Bir azınlık, yaşadığı devletteki çoğunlukla ortak bir kaderi paylaştığını kabul etmiyorsa ve sürekli olarak kendini toplumdan izole etmeye çalışıyorsa, karşı tarafın tepkisi de giderek artan bir şekilde şüpheci ve olumsuz olabilir.”
Türkiye’deki kürtlerin durumu elbette bir “azınlık” statüsüne bağlanmış değil. Van der Stoel’in raporunun özellikle kendilerine “azınlık” statüsü tanınmış toplulukları ilgilendirdiği de bir gerçek.
Ancak, raporun satır aralarına hakim olan genel hava, bugün Güneydoğu’da kimilerine göre “bağımsızlık”, kimilerine göre de “ulusal kimlik” peşinde olan Kürt vatandaşlarımız için ilginç uyarmalar içeriyor.
Türkiye’deki anayasal düzen, Lozan Anlaşması çerçevesinde “gayrimüslimleri” azınlık olarak tanımlıyor. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi “bir ve eşit” kabul ediyor.
Bu nedenle ulusal kökenine bakılmaksızın her Türk vatandaşı, devletin her kademesinde görev alabiliyor, kendi bireysel varlığını geliştirebilme imkanına sahip bulunuyor.
Başlarını illegal planda PKK’nın ve legal olarak da DEP ve devamı partilerin çektiği bir gurup Kürt kökenli Türk vatandaşı ise bu düzenin bozulmasından yanalar.
Belki Türkiye’den tamamen ayrılma sonucunu doğurabilecek talepleri şu anda savunmuyorlar ama istedikleri şey Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde “bir tür azınlık” olarak yaşayabilmek.
Bir ulusal kimlik sorunu olarak ortaya konulan bu istek karşısında da Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptığı şey tıpkı Van der Stoel’in raporunda yazdığı gibi “kuşkuya düşmek” ve bu kuşkuyla birlikte tepkici bir yaklaşıma girmek.
Öyle ya, ben devlet olarak tüm vatandaşlarımın, ayırım gözetmeden her hakkı eşit olarak kullanmalarını sağlıyorsam, (ki Anayasal düzenimizle de bu durum herkes açısından teminat altında) içlerinden bir kısmının kendileri için “farklı” bir statü talep etmelerinden de kuşku duymalıyım. Niyetleri nedir, ayrılmak mı istiyorlar, bunun sonuçları ne olur gibi soruları cevaplamak durumundayım.
Hele hele bu talepler bir de PKK’nın yaptığı gibi silahlı bir çete hareketine dönüşüyor ve asker-sivil demeden vatandaşlarım bundan zarar görüyorlarsa, benim devlet olarak “kuşku ve tepki” içinde olmamdan daha doğal ne olabilir?
Bugüne kadar bize doğal gelen, ancak bir çok Avrupalı’ya anlatmakta zorlandığımız bu durum, artık AGİT belgelerine de “doğal bir tepki” olarak yansımış bulunuyor.
Yani sizin anlayacağınız, artık uluslararası planda PKK terörüne ve bu terörün yandaşı olarak davranan bazı sivil örgütlere karşı kullanabileceğimiz bir çok karta sahibiz.
Bu kadar önemli iki kararın nasıl olup da Türk basınının gözünden kaçtığınıysa inanın anlayamıyorum.