Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Avrupa'dan Kürtlere iki uyarı

Biz seçim telaşı içinde koşuş­turup dururken, Avrupa Gü­venlik ve İşbirliği Teşkila­tının (AGİT) aldığı iki önemli karar dikkatlerden kaçtı.

Bir tek Pos­ta bu iki karara da kendi imkanları içinde hak ettiği yeri verdi.

AGİT’in son kararlarına kaynaklık eden fikrin ana omurgası, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişi sürecinde sık-sık ısıtılıp karşısına sürülecek olan “kürt sorununun yeniden yorumu” üzerine oturuyor.

Kararların Türkiye’yi yakından ilgi­lendiren ve Türk tezinin Avrupa’da savunulmasını tahminlerin de ötesin­de kolaylaştıran bir çok yönü var.

İlk karar, kapatılan DEP’in millet­vekillerinin AGİT’e başvuruları üzeri­ne alındı.

DEP’li milletvekillerinin, Varşova’da Ekim ayı içinde yapılan İnsani Boyutla İlgili Uygulama Toplantısı’na katılma isteklerini, AGİT kabul etmedi.

Red kararının gerekçesi DEP’in “teröre destek vermesi” olarak açıklandı ki, bu gerekçe, bugü­ne kadar Türkiye’nin bir türlü anlatamadığı bir olgunun altının Avrupa’nın resmi bir organı tarafından da çizil­mesi anlamına geliyordu.

AGİT bu kararını Helsinki Belgesi’ne dayandırdı. Helsinki Belgesi, te­rörizme destek veren ya da müsama­ha gösteren sivil toplum örgütlerinin (burada DEP’in) AGİT faaliyetlerine katılmasını yasaklıyordu.

Türkiye, DEP ile PKK ilişkisini ba­tılı müttefiklerine bir türlü anlatamaz­ken, AGİT bir anlamda kendiliğinden bu ilişkiyi resmileştirdi.

Avrupa belgelerine de geçen bu gerçek sayesinde Türkiye, hapisteki DEP milletvekilleri nedeniyle uğradı­ğı eleştirileri daha kolaylıkla atlatabilmesini sağlayacak bir koz elde et­miş oldu.

Posta’nın dikkatinden kaçmayan, ancak diğer Türk gazetelerinin kuponları arasında kendisine pek de önemli bir yer bulamayan ikinci konu ise Avrupa ülkelerindeki azınlıkların durumlarıyla ilgili.

AGİT’in Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiseri Van der Stoel’in raporu, “ulusal kimlik”çileri bir hayli üzecek noktalar taşıyor.

“Azınlıklar ayrımcı, özel bir konu­ma sahip olma yönünde taleplerde bulunmama gerektiğini kavramalılar” diyen Van der Stoel’in raporunun en ilginç saptaması da şöyle: “Bir azın­lık, yaşadığı devletteki çoğunlukla or­tak bir kaderi paylaştığını kabul etmi­yorsa ve sürekli olarak kendini top­lumdan izole etmeye çalışıyorsa, kar­şı tarafın tepkisi de giderek artan bir şekilde şüpheci ve olumsuz olabilir.”

Türkiye’deki kürtlerin durumu el­bette bir “azınlık” statüsüne bağlan­mış değil. Van der Stoel’in raporunun özellikle kendilerine “azınlık” sta­tüsü tanınmış toplulukları ilgilendirdi­ği de bir gerçek.

Ancak, raporun satır aralarına ha­kim olan genel hava, bugün Güneydoğu’da kimilerine göre “bağımsızlık”, kimilerine göre de “ulusal kimlik” pe­şinde olan Kürt vatandaşlarımız için ilginç uyarmalar içeriyor.

Türkiye’deki anayasal düzen, Lo­zan Anlaşması çerçevesinde “gayri­müslimleri” azınlık olarak tanımlıyor. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’ne vatan­daşlık bağı ile bağlı olan herkesi “bir ve eşit” kabul ediyor.

Bu nedenle ulusal kökenine bakıl­maksızın her Türk vatandaşı, devletin her kademesinde görev alabiliyor, kendi bireysel varlığını geliştirebilme imkanına sahip bulunuyor.

Başlarını illegal planda PKK’nın ve legal olarak da DEP ve de­vamı partilerin çektiği bir gu­rup Kürt kökenli Türk vatandaşı ise bu düzenin bozulmasından yanalar.

Belki Türkiye’den tamamen ayrıl­ma sonucunu doğurabilecek taleple­ri şu anda savunmuyorlar ama iste­dikleri şey Türkiye Cumhuriyeti sı­nırları içinde “bir tür azınlık” olarak yaşayabilmek.

Bir ulusal kimlik sorunu olarak or­taya konulan bu istek karşısında da Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptığı şey tıpkı Van der Stoel’in raporunda yaz­dığı gibi “kuşkuya düşmek” ve bu kuş­kuyla birlikte tepkici bir yaklaşıma girmek.

Öyle ya, ben devlet olarak tüm vatandaşlarımın, ayırım gözetme­den her hakkı eşit olarak kullanmalarını sağlıyorsam, (ki Anayasal dü­zenimizle de bu durum herkes açı­sından teminat altında) içlerinden bir kısmının kendileri için “farklı” bir statü talep etmelerinden de kuşku duymalıyım. Niyetleri nedir, ayrıl­mak mı istiyorlar, bunun sonuçları ne olur gibi soruları cevaplamak du­rumundayım.

Hele hele bu talepler bir de PKK’nın yaptığı gibi silahlı bir çete hareketine dönüşü­yor ve asker-sivil demeden vatan­daşlarım bundan zarar görüyorlar­sa, benim devlet olarak “kuşku ve tepki” içinde olmamdan daha doğal ne olabilir?

Bugüne kadar bize doğal gelen, ancak bir çok Avrupalı’ya anlatmakta zorlandığımız bu durum, artık AGİT belgelerine de “doğal bir tepki” ola­rak yansımış bulunuyor.

Yani sizin anlayacağınız, artık uluslararası planda PKK terörüne ve bu terörün yandaşı olarak davranan bazı sivil örgütlere karşı kullanabilece­ğimiz bir çok karta sahibiz.

Bu kadar önemli iki kararın nasıl olup da Türk basınının gözünden kaçtığınıysa inanın anlayamıyorum.