Mustafa Kemal Atatürk’ü ölümünün 57. yıldönümünde andığımız şu günlerde Türkiye yepyeni bir dönemecin eşiğinde görünüyor.
24 Aralık’taki genel seçimlerin ardından çıkması muhtemel tablo, bütün siyasi propagandasını Atatürk Devrimleri karşıtı görüşler üzerine oturtan Refah Partisi’nin birinci siyasi güç olacağı şeklinde.
Atatürk’ü ve yaptıklarını daha iyi değerlendirmek için geriye dönmek ve o devrimlerin yapıldığı yıllardaki Türkiye’nin durumunu iyi anlamak gerek.
1995 yılında, bugün sahip olduğumuz değerler sistemi çerçevesinden baktığımızda bazı şeylerin 1923-1938 yılları arasındaki Türkiye’de neden yapılmadığını anlamak güç gelebilir.
Bugün rahat koltuklarda oturup, Mustafa Kemal Paşa’nın tek partili cumhuriyetini, başka siyasal görüşlere yaşama hakkı vermemesini, laikliği son derece katı kurallar içinde topluma dayatmasını eleştirmek çok kolay. Bütün bunlara yol açan sebeplerin, Türkiye’nin ve dünyanın o günlerde içinde bulunduğu konjonktürden kaynaklandığını görmemek için insanın -kusura bakılmasın ama- biraz aptal olması gerekiyor. İşte bu nedenle bugün Atatürk’e ve devrimlerine yönelik “sol” ya da “sağ” eleştirilerin pek bir değeri olmadığını düşünüyorum.
Bugün sizlere Atatürk’ün en önemli -elbetteki bu benim kişisel görüşüm- uygulamalarından birisi olarak gördüğüm laiklik üzerine yazılmış bir makaleden söz etmek istiyorum. Laiklik olarak tanımladığımız şey esas olarak devlet yönetiminin tanrının emirlerine uygun olarak yürütülmesi gerektiğine inanan teokratik görüşlere karşı geliştirildi.
Fransız devrimi ile başlayan burjuva hareketi devlet yönetimine hakim olan aristokrat-din adamı egemenliğini kırmak için “teokrasi’nin karşısına “akılcılığı” koydu.
Burjuvazinin resmi görüşü “doğal hukuk felsefesi’nden desteğini aldı. İnsan aklının hukukun kaynağı olduğu şeklindeki bu görüşe göre insanlar, hiçbir aracıya gereksinim duymaksızın evrensel adaleti anlayabilir ve kurabilirlerdi.
Bildiğiniz gibi tek tanrılı dinler (müslümanlık, hristiyanlık ve musevilik) kaynaklarını tanrının buyruğu olan bir kitap ve o kitabı tebliğ eden peygamberlerin davranış ve sözleriyle bunların yorumunda buluyorlar.
Yaşamın karmaşıklığı içinde her dini kuralın da zamanla yeni bir yoruma ihtiyaç göstereceği açıktır.
Böyle olunca da din, özünde Tanrı buyruğu olmakla birlikte insan aklının da uğraşı alanı içine girmektedir.
İstanbul Üniversitesi hocalarından Niyazi Öktem’in Cogito Dergisinin 1. sayısında yer alan makalesi “Dinler ve Laiklik” işte bu temel çerçeve üzerinde “islam ile laiklik bağdaşabilir mi?” sorusuna cevap arıyor.
Öktem’e göre islam düşüncesi içerisinde tutuculuk ve özgürlükçülük ikilemi her zaman gündemde. Sünni kesimde, tutuculuğu “cebriye” akımı, ilericiliği de “mutezile” akımı temsil ediyor.
İslamı, şeriatçı “cebriye” açısından ele alırsak ne laikliğe ne de özgürlükçü akımlara bir yer bulamayız. Çünkü, bu görüşe göre herşeyi belirleyen esas olarak Tanrı iradesidir. Tanrı herşeyi yönetendir. Tanrının buyrukları ve peygamberin halifesinin gösterdiği yol, doğru yoldur ve tartışmasız bu yolda yürünmelidir. Bu durumda devlete de dinin kuralları ve “halife’nin iradesi egemen olmalıdır.
Öktem’in makalesine göre ise mutezile, islam akılcılığını temsil eder. Tanrı evrenin yaratıcısı olarak maddeyi yarattığı gibi manevi kavramları da yaratmıştır. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış Tanrı’nın iradesinin eserleridir. Tanrı, insanlara akıl vererek, peygamberler göndererek neyin doğru, neyin yanlış olduğunu göstermiştir. Ancak insan özgürdür. Kötüyü seçerse de cezası bellidir: Cehennem.
Mutezilenin devlet anlayışı da Öktem’e göre özgürlükçü doğrultudadır. Bu özgürlükçülük, laik sistemin uygulanmasına da olanak sağlar. Tanrı evrenin temelidir. Ama insanların hayatlarına karışmadığı gibi devletin işleyişine de karışmaz.
Öktem’in makalesinden çıkardığımız sonuca göre Türkiye’deki islamcılar “cebriye” akımını temsil ediyor gibi görünüyorlar.
Nitekim, cebriye akımına yakın olan İmam-ı Gazali’nin bütün yapıtları dilimize aktarılmışken, özgürlükçü İbni Rüşt’ün çok az sayıdaki eserinin türkçeye çevrilmiş olması bir tesadüf olmamalı.
Bugün “düzen partileri”nden dertlerine bir çare bulamayan geniş halk kitlelerinin, esas olarak “cebriyeci” görüşü temsil eden islamcı akımlara meyletmesi önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin en büyük sorunu olacak.
Mitoloji kahramanı Aşil, yalnızca topuğundan vurulursa öldürülebiliyordu. Bu örneği hatırlatan Bülent Ecevit, laikliği Türkiye Cumhuriyeti’nin “aşil topuğu” olarak tanımlıyor.
O topuktan vurulacak cumhuriyetin asla yaşayamayacağını söylüyor.
Atatürk’ün ölümünün 57. yılında bütün bunları bir kez daha hatırlamakta yarar görüyorum.