Başkası olmaya zorlanan kadın
Hafta sonunda ilginç bir roman okudum. Romanın adı: Stiller. Ünlü İsviçreli yazar Max Frisch tarafından kırk yıl önce yazılmış. Türkçe’ye çevirisi ise oldukça yeni. Yapı Kredi Yayınları’ndan yayınlanmış.
Romanda anlatılan olay İsviçre’de geçiyor. Bir gün İsviçre sınırında bir trende yapılan kimlik kontrolünde, uzun süredir kayıp olan Stiller isimli bir heykeltıraşa çok benzeyen bir adam ele geçiriliyor.
Trendeki bir yolcunun ihbarıyla adam gözaltına alınıyor. Adam Stiller olmadığını, başkası olduğunu ısrarla anlatıyor. Ama dinleyen kim?
Stiller’in karısından tutun da, savcıya, cezaevindeki gardiyanlara kadar herkes trende bulunan adamın Stiller olduğunda ısrar ediyor.
Sonra olay, romanın kahramanı için giderek bir karabasana dönüşüyor. Bir başkası olmadığını, kendisi olduğunu anlatma çabası, yazarın ustalığı sayesinde, gerilimin içine okuyucuyu da çekiyor.
Hatta laf aramızda okuyucu bile adamın Stiller olduğu fikrine kendisini kaptırıyor.
Sahte gerçeklik duygusu
İsviçre’ye ilk gittiğimde polisin görünmeyen varlığının her şeye sinmiş olduğunu hissetmiş, elimde olmadan ürpermiştim.
Belki biraz da bu yüzden romanda anlatılan olay gerçekmiş gibi bir duyguya kapıldım.
İsviçre’nin kendine özgü düzeninin, bir adamı “kendisi olmadığına” ikna etmek için ne gerekiyorsa yapabileceğini düşündüm.
Kitabı okuyup bitirdikten sonra etrafıma baktım.
Yalnızca İsviçre’de olabileceğini zannettiğim bu şeyi bizlerin de her gün yapmakta olduğumuzu gördüm.
İnsanları oldukları ve kendi söyledikleri gibi kabul etmek yerine, onlara kendi kafamızdaki rolleri biçtiğimizi fark ettim.
Yalnız İsviçre’de değil, Türkiye’de de insanın çevresince algılanan kişiliği ile, kendisinin olmak istediği kişilik arasında bir “uyuşmazlık” olabileceğini anladım.
Kamu vicdanını rahatlatmak
Onlardan “kendileri dışında başka biri olmalarını” istiyorduk.
Örnek o kadar çok ki hangi birisini sayayım.
İşte Tansu Çiller olayı.
Normal bir düzende yaptığı oyunun ortaya çıkmasından sonra bir siyasetçiden beklenen davranışı göstermemekte ısrar ediyordu.
Kuşadası’ndaki bir çiftlik için doğru söylemediği ortaya çıkmış bir parti genel başkanı olarak çoktan istifa etmiş olmalıydı.
Ortaya çıkıp çiftliği neden önce Suna Ablalarının üzerine aldıklarını ve sonra hangi sebeple kendi üzerlerine geçirttiklerini açıklaması gerekiyordu.
Bu işte bir ali cengiz oyunu olmadığını, kamu vicdanını rahatlatacak netlikte açıklamalıydı.
Ama o bunların hiç birini yapmadı.
Tam tersine yüzündeki sahte tebessümü ile “benim başım dik” demekle yetindi.
Onun Tansu Çiller olduğunu, bu tür bir olay nedeniyle yüzü kızarıp istifa etmeyeceğini görmek istemedik.
Çünkü biz kafamızda bambaşka bir insan yaratmıştık.
Devlet yönetimine talip olan, bir süre başbakanlık da yapmış olan bir insanda çok başka vasıfların olması gerektiğini varsayıyorduk.
Oysa o böyle birisi değildi.
O kendisi olmak istedikçe biz daha bir hırsla ayağa kalkıyorduk: Hayır, bu yaptığın dürüst bir iş değil, istifa et!
Oysa o bunlara aldırmıyordu bile. Kendi bildiğini okuyor, başka birisi olmadığını, bildiğimiz Tansu Çiller olduğunu ısrarla göstermeye çalışıyordu.
Israrlı sorulara ısrarlı yanıt
Biz hep onun başka bir kişilik olduğuna inanarak aynı soruları yineleyip duruyorduk:
-Bu malları nereden aldın?
-Benim başım dik!
-Profesör maaşıyla bu kadar mal sahibi olunabilir mi?
-Benim başım dik!
-Özer Bey’in batık bankasının bu işlerde bir rolü oldu mu?
-Benim başım dik!
-Peki çiftliğin sizin olduğunu neden sakladınız?
-Benim başım dik!
-Tofaş ihale dosyasını neden başbakanlıkta açmak gereğini duydunuz?
-Benim başım dik!
Diyalog aynı romandaki gibi sürüp gidiyordu.
Biz ısrarla onun bir başkası olduğunu, bu yaptıklarının ayıp olduğunu, doğru söylemediği ortaya çıkan bir siyasetçinin yapması gerekenin istifa etmek olduğunu söylüyorduk.
O ise ısrarla başkası olmadığını, kendisi olduğunu söylüyordu: Benim adım Tansu Çiller, benim başım dik!