Bir Türk’ün garip dünyası
Pazar günü Kitap fuarı kapanmadan önce arkadaşlarımla birlikte fuara gittim.Türkiye’de bu kadar çok kitap meraklısı olabileceğini doğrusunu isterseniz hiç tahmin etmiyordum.
İnsanlar akın akın Kitap Fuarı’na geliyorlardı. Türkiye’de kitap almak fuardan fuara gerçekleştirilen bir “eylem” olmuştu anlaşılan.
Doğan Hızlan bu durumu “kışlık erzak alır gibi” diye açıklıyordu, pazar günkü Hürriyet’te yazdığı yazıda. Gerçekten de alışveriş edenlerin çoğunun yüzünde o ifade vardı.
Fuardan ben de bazı kitapları aldım. Haftada bir Ak Merkez’deki Remzi Kitabevi’ne baktığım için yeni birşeyler pek bulamadım, daha önce Okumayı düşünemediğim kitapları aldım. Bir tanesi hariç!
“Sofi’nin Dünyası” adını taşıyan romanı Jostein Gaarder isimli Norveçli bir felsefe öğretmeni yazmış. Bu romanı okumanın çok “in” olduğu söyleniyor:
Roman, Sofi isimli küçük bir kız çocuğunun posta kutusunda kendine gönderilmiş bir mektup bulmasıyla başlıyor. Mektupta bir tek sözcük yazılı: Kimsin?
Daha sonra belirli aralıklarla kutuya gelmeye devam eden sorular ve daktilo ile yazılmış mesajlarla, Sofi ile birlikte okuyucu da felsefenin en temel sorularını düşünmeye ve öğrenmeye başlıyor.
İlk gece okuyabildiğim kadarıyla ilginç bir deneme olduğunu hemen söylemeliyim. Okumayı tamamladığımda sizlere romanı daha geniş anlatmaya çalışan bir yazı yazacağıma söz veriyorum.
Ama şimdi izin verirseniz Sofi’ye gelen bazı sorular gibi benim de aklıma gelen bazı sorular var, onları sormak istiyorum.
Anayasa Mahkemesi tatilde!
Türkiye Tansu Hanım’ın mı, yoksa Mesut Bey’in mi daha “erkek” olduğu tartışmasıyla başlayan bir seçimin kapısında bekliyor.
Seçim Kanunu’nun Mecliste tartışılmaya başlandığı ilkgünden beri Anayasa’ya aykırılığı ile ilgili ciddi iddialar var.
Kanunun Anayasa’ya aykırılığı ile ilgili olarak milletvekillerinin imzaladığı başvuru dilekçesini ülkenin en önde gelen anayasa hukuku uzmanlarından birisi hazırlamış.
Anayasa Mahkemesinin sayın üyeleri, bugüne kadar binlerce davaya bakmış deneyimli yargıçlar.
Türkiye gibi her şeyi hassas dengelerin üzerinde duran bir ülkede seçim gibi önemli bir konunun askıda kalmasının nelere yol açabileceğini ölçüp biçebilecek kadar da bilgileri var.
Ama gelin görün ki, Türkiye’de seçim işiyle ilgili herkes cumartesi-pazar demeden mesai yaparken, Mahkememiz tatil yapıyor.
Bir an önce şu kanunun Anayasa’ya aykırı olup olmadığına karar verseler de, tüm Türkiye nefesini tutmuş bir şekilde beklemese olmaz mı?
Tanju’ya özel af niye?
Tanju Çolak, Türkiye’nin en sevilen futbolcularından biriydi.
Talihsiz bir olayla -biraz cehalet de var tabii- bir otomobil kaçakçılığı suçundan hapise düştü.
Şimdi iktidarı-muhalefeti biraraya gelmiş Tanju Çolak’ı affedecek özel bir yasa çıkarmaya uğraşıyorlar.
Peki bu adamların Tanju sevgisi nereden geliyor? Daha önce neredelerdi? Acaba bu af yasasının altında, benzeri suçlan işlemiş ama nasılsa yasal takibattan kurtulmayı başarmış bir kısım etkili ve yetkili kişiyi hapisten kurtarma kaygısı mı yatıyor?
Yalı nasıl yandı?
Sait Halim Paşa Yalısı dün bir kez daha kül olmaktan son anda kurtarıldı. Gerçi yalının çatısı tamamen yandı, bazı süslemeler bir daha onarılamayacak şekilde tahrip oldu, ama hiç olmazsa binanın iskeleti ayakta.
Binada daha önce varolduğu söylenen tarihi eserlere ne olduğunu bilen var mı?
Birbirinden değerli tabloların sahteleriyle değiştirildiği, şimdi bu yangının bu nedenle çıkarıldığı iddiaları var.
Bir başka iddia da, yalıdaki değerli eserlerin Başbakanlık Konutu’na daha önce taşındığı şeklinde.
Peki bu kargaşa neden? Gazetecilerle birlikte bir uzmanlar heyetine neden yalı gezdirilip gerçeklerin bütün çıplaklığı ile ortaya dökülmesi düşünülmüyor?
Yoksa, değerli tabloların sahteleriyle değiştirildiği iddiaları doğru mu?
Ya da yalıdaki değerli eserlerin Başbakanlık Konutu’na taşınmasına neden gerek görüldü?
Bizim aklımız neden kaçmıyor?
Bütün bunlara rağmen Türk ulusunun gayet sakin bir şekilde işinde gücünde yaşamaya devam etmesi size de ilginç geliyor mu bilmiyorum.
Ama her gün bu yukarıda sorduğuma benzer yüzlerce soruyu kendimize sorabilmemiz mümkün.
Bunca olan şeye rağmen Türklerin nasıl olup da akıl sağlıklarını koruyabildiklerini siz anlayabiliyor musunuz?
Bertrand Russel, “bilim neyi bildiğiniz, felsefe ise neyi bilmediğinizdir” diyor.
Biz Türkler, kendimizle ilgili hiçbir şeyi bilmediğimize göre acaba birer filozof mu oluyoruz?