POSTA

Bunu bana etmeyecektin Hüsamettin Bey!

Çocukluğumun en acı anılarındandır 27 Mayıs 1960 günü yaşadıklarım. O zamanlar Ankara’da otururduk. Maltepe Işık Sokak’ta. Henüz ilkokula başlamamıştım.

Aynı sokakta karşıdaki apartmanlardan birisinde bir milletvekili otururdu. Kimdi, adı neydi hiç hatırlamıyorum.

Daha sonra gazeteciliğe başladığım yıllarda meclis albümlerinde çok aradım o yüzü. Ama bir türlü çıkaramadım.

Sabah erkenden ihtilal oldu diye bütün apartman ayaklanmıştı. Babam demokrattı, ama bizim apartmanda ağırlık askeriyeden yanaydı. Albaylar, yarbaylarla komşu otururduk.

Öğlene doğru sokağa üstü açık bir askeri pikap geldi. Üzeri, silahlı askerlerle doluydu. O milletvekilini alıp gittiler. Elleri kelepçeliydi.

Daha sonra hapishanedeki Adnan Menderes fotoğraflarında da görmeye alıştığımız gibi boynu büküktü. Çaresizdi.

Mahalledeki bazı insanların neden adamı yuhaladıklarını, niye askerleri alkışladıklarını da anlamamıştım.

Zaten kimse bana anlatmaya hevesli değildi.

Derken radyodan naklen Yassıada duruşmaları başladı. Bütün aile nefesimizi tutar, lambalı radyonun başında yargılamaları dinlerdik.

“Sanıklar getirildiler, bağlı olmayarak yerlerine oturtuldular” diyen tok ses hala kulaklarımda.

Sanıyorum çocuklukta yaşadığım ve anlayamadığım ama yüreğimin içinde hissettiğim şey beni askeri darbelere karşı duyarlı ve düşman yaptı.

Aradan yıllar geçip de büyüdüğümde hayatımda taktir ettiğim tek sağcı politikacı da Hüsamettin Cindoruk oldu.

Sanıyorum küçücük bir oğlan çocuğunun hafızasında kalabilen şeylerle, Hüsamettin Bey’in hayat öyküsünün çakışması buna yol açtı.

Yassıada duruşmalarında kahramanca savunma yapan avukat olduğunu öğrendiğim Cindoruk’a karşı her zaman saygı duydum.

Benim radyo başında hissettiklerimi onun da o günlerde mahkeme salonunda yaşadığını düşündüm.

Dünkü Meydan Gazetesi’nde Hüsamettin Cindoruk’un demecini okuyunca da en yakın arkadaşı tarafından kazıklanmış bir insanın psikolojisine düştüm.

Hüsamettin Bey, “Azınlık hükümeti kurulursa rejim bunalıma girer” diyordu.

Örnek olarak da 1979’da kurulan azınlık hükümetini gösteriyordu.

Hüsamettin Bey’in Türk demokrasisini problemli apartman çocukları gibi her fırsatta bunalıma girmeye hazır olarak görmesini doğrusu yadırgadım.

Demecin devamını okuyunca Cindoruk’un meramını daha iyi anladım.

Cindoruk, Başbakan’ı azınlık hükümeti kurma fikrinden vazgeçmeye çağırdıktan sonra “derhal geniş tabanlı bir seçim hükümeti kurulmalıdır” buyuruyordu.

Geniş tabanlı bir azınlık hükümeti kurulmazsa, rejimin bunalıma gireceğini ve bunu bir askeri darbenin takip edeceğini söylüyordu.

Gözlerime inanamadım. Bir daha okudum.

Okuduklarım doğruydu.

Hüsamettin Bey’in “geniş tabanlı hükümet’ten kast ettiği şeyin kendisinin başbakanlığında kurulacak hükümet olduğu gün gibi ortadaydı.

Yıllarını askeri darbelere karşı mücadeleye vermiş, askeri darbelere karşı başını dik tutabilmiş bir politikacının, koltuk hırsıyla ulaştığı nokta demek bu oluyordu: Askeri darbe şakşakçılığı!

Bunu başka birisi söylese en başta itiraz etmesi gereken insan, çıkıp askeri darbe tehditleriyle hükümetin kuruluşuna yön vermeyi düşünebiliyordu.

Sonra, uydurulmuş bir fıkra mı, yoksa yaşanmış bir olay mı olduğunu bilemediğim öyküyü hatırladım.

Mustafa Kemal İzmir’e doğru yol alan ordularının arkasından meşhur Bel Kahve’ye gelir. Paşanın geldiği haberiyle etekleri tutuşan kahveci, karşısında orta boylu, sarışın, kibar bir zat bulunca duralar. Kendini toparlar ve “emriniz paşam?” diye sorar. Atatürk, o bildiğimiz kısık sesiyle bir şekerli kahve ister.

Kahveci yıkılır: “Bunu bene etmeceğidin Paşam” der.

Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, gök gürültüsü gibi bir sesle emir veren paşa hayal ederken, karşısında efendi, kibar ve normal sesli bir insan bulunca yıkılan kahveci gibi oldum ben de…

Hüsamettin Bey’in gazetedeki demecini okudum ve mırıldandım: “Bunu bana etmeyecektin Hüsamettin Bey!”