Çiller'in konuşmaya hakkı var mı?
Doğru Yol Partisi’nin seçim kampanyası dün gazetelere verilen 18 sütunluk dev ilanlarla başladı.
Kulislerde mimarının Özer Çiller olduğu anlatılan kampanya, “Dünya yeni bir yüzyıla girerken, Türkiye nereye gidecek?” sorusuna verilen cevaplar üzerine kurulmuş.
İlk bakışta, kampanyaya esas olan sorunun, Türk halkının genel özlemlerini yansıtması açısından başarıyla bulunduğu söylenebilir. Ama sorunun cevabının ne olması gerektiğini biraz tartışmamızda da yarar görüyorum.
Gerçekten de Türk halkı bugün bulunduğu yeri içine sindiremiyor.
Biz Türkler büyük bir dünya imparatorluğunun mirasçılarıyız.
Yüzyıllar boyunca dünyanın geçirdiği bütün büyük değişimlerin odak noktasında biz vardık.
Bugünün süper güçleri zamanımızda ne ifade ediyorsa, Osmanlı İmparatorluğu da zamanında aynı şeyi ifade ediyordu.
İmparatorluğun değişen dünya koşullarına ayak uyduramaması; yöneticilerin, imparatorluğu “fetihler” döneminin koşullarından “sanayi devrimi”nin koşullarına geçirmeyi başaramamış olmaları, bu iddiamızı yitirmemize, kendi kabuğumuza çekilip, dünyayı seyretmemize yol açtı.
Aradan geçen bunca zamanda günümüzün lider ülkeleriyle aramızdaki farkın açılması, bizim eski “imparatorluk” duygularımızı dumura uğratmaya yine de yetmedi.
Türk ulusu, dünyanın şekillenmesinde söz sahibi olma ve günümüzün medeni devletleriyle aynı ligde oynama özlemlerinden hiç bir zaman vazgeçmedi.
Bu yüzden az önce de belirttiğim gibi bulunduğumuz yeri içimize hiç bir zaman sindiremedik. İçinde bulunduğumuz kısır döngüyü kırıp, bizleri tekrar o eski güçlü günlerimize döndürebileceğini düşündüğümüz liderleri de her zaman bağrımıza bastık.
Adnan Menderes’in, Barajlar Kralı Süleyman Demirel’in, Kıbrıs fatihi Bülent Ecevit’in, Turgut Özal’ın aradan bunca yıl geçmesine rağmen Türk halkının kalbindeki yerlerini korumayı başarabilmiş olmalarının esas sebebi de işte budur.
Onlar bizlerin hayallerine zaman içinde ihanet etmiş ve Türkiye’nin çemberini kırmasının önünde zaman zaman engeller yaratmış da olsalar, onlarda vehmettiğimiz bu “esas rol” yüzünden yerlerini hep korudular ve daha yıllarca koruyacaklar.
Bu nedenle Tansu Çillerin güzel yüzüyle de süslenen ilanların akıllıca bulunmuş önermeler içerdiğini düşünüyorum.
Ama gerçekler ne yazık ki hayallere her zaman uymuyor.
Tansu Çiller’in bize vaat ettiği yeni yüzyıla doğru bizi götürecek yeterli donanıma sahip olmadığı kuşkularını taşıyorum.
Belki hatırlayacaksınız, daha önceki bir yazımda Tansu Çiller’in ekonomi bilgisinin en azından teorik düzeyde biraz tartışmalı olduğuna ilişkin bilimsel bazı makalelerden söz etmiştim.
Bugün de çok uzağa gitmeden, bir yıl geriye dönüp Tansu Hanım’lı Türk ekonomisinin fotoğrafına bir göz atmak istiyorum.
Süleyman Demirel’in Çankaya’ya kaçmasından sonra iktidara gelen Tansu Çiller’in ilk icraatları, Türk ekonomisinin ciddi bir krize doğru yöneleceğinin ipuçlarını sergilemişti.
Kendisinden başka hiçkimsenin bir şey bilmediğini düşünen bir kişilik yapısına sahip olan Tansu Hanım’ın uyarıları zamanında dinlememiş olması, 1994 yılının tüm ülke üzerine bir kabus gibi çökmesine yol açtı.
Bugün hepsi birer istatistiki veri haline gelen, ancak o günün koşullarında her biri ciddi insani dramlara yolaçan bir dizi ekonomik önlemin sonunda daha küçük bir Türkiye’de yaşarken bulduk, kendimizi.
1994 yılı sonu itibariyle Türk ekonomisi bir yılda yüzde 6 oranında küçüldü. Hepimiz durduk yerde bir yıl içinde eskisinden yüzde 6 daha fakir hale geldik.
İktidarda bulunduğu süre içinde ciddi bir vergi reformu yapmayı bir kenara bırakın, mevcut vergiyi bile doğru dürüst tespit edip, toplayabilecek bir organizasyonu kurmayı başaramayan Çiller, çareyi yüksek faizle borçlanmakta buldu.
Üstelik bu borçlanma sadece ve sadece devletin günlük olarak ayakta kalmasını sağlamaya yetti.
Sağlıkta, eğitimde, enerjide ciddi hiçbir yatırım yapılmadığı halde, devlet topladığı borçlarla ancak ayakta kalabildi.
Enflasyon Cumhuriyet tarihinin en yüksek noktasına ulaştı.
Bir yılda toptan eşya fiyatları yüzde 149 arttı.
Özal ile birlikte patlayan ihracat geriledi ve Türkiye ihracatıyla, ithalatının ancak yüzde 62’sini karşılayabilir hale geldi.
1995 yılının verileri durumun düzelme yolunda olmadığını ortaya koyuyor.
İktisatçılar, şimdiden seçim sonrasında 1994 Nisan ayındakinden daha ağır bir istikrar programının uygulanması gerekeceğini söylüyorlar.
Bu şu demek: Şimdiden 1996’yı da ekonomik açıdan “kayıp yıl” ilan edebiliriz!
Türkiye artık bu gerçekleri biliyor. Onun için seçim kazanmaya yönelik boş vaatler yerine, iktidara gelinirse hangi tedbirlerin alınacağının, bu tedbirleri uygulayacak kişilerin kimler olacağının tartışılması gerek.
Hayallerle bir beş yıl daha kaybetmeye sanıyorum kimsenin tahammülü kalmadı.