İslamın siyasi tarihinin en önemli belgelerinden biri hicret’in birinci yılında Hazreti Muhammed tarafından düzenlendi.
Medine Vesikası ya da Medine Anayasası adı ile tarihte geçen bu belge o tarihte Medine’de yaşayan ve yüzyılı aşan bir süredir birbirleriyle kavga eden Arap ve Yahudi kabilelerini “birarada yaşatma”yı hedefliyordu.
Böylece farklı dini inanıştaki toplulukların birarada ama farklı hukuklara tabi olarak yaşayabilmeleri sağlanmış, o tarihe kadar huzur yüzü görmeyen Medine’de yeni bir barış dönemi başlamıştı.
Şimdi durduk yerde bu tarih dersine neden gerek duyduğumu merak ediyor, olmalısınız.
Bunun iki nedeni var.
Bir tanesi, daha önce yazdığım “Refah’a neden karşıyım?” başlıklı yazım ile ilgili olarak özellikle Refah Partili okuyuculardan kaynaklanan bazı yanlış anlamaları önlemek amacını taşıyor.
Diğeri ise, dün Milliyet yazarı Taha Akyol’un “Refah Tehlikesi” başlıklı yazısını okuma olanağı olmayan okuyucularıma, bu ilginç yazıdan söz etmeyi hedefliyor.
Bu kez de Taha Akyol’un yazısından çıkarak derdimi bir kez daha anlatmaya çalışacağım.
(Tanımayanlar için belirtmeliyim ki Taha Akyol’un solculukla bir ilgisi yok. Kendisi dini bütün ve milliyetçi bir gazetecidir. Yazdıklarının altında şeytan parmağı aramayın, bulamazsınız.)
Taha Akyol, son zamanlarda bazı islamcı yazarlar tarafından sıkça altı çizilen “çok hukuklu sistem” (Medine Vesikasını hatırlayınız) ile ilgili bir soruyu RP’nin önde gelen isimlerinden Abdüllatif Şener’e yöneltiyor.
Şener’in yanıtı “RP’nin çok hukuklu sistemi savunmadığı, görüşlerinin herkesin inancına göre yaşayabileceği bir özgürlük düzenini savunmak olduğu” şeklinde oluyor.
Ancak Şener’in RP’nin bu konudaki “resmi” görüşünden haberdar olmadığı da anlaşılıyor. Akyol’un aktardığına göre Erbakan’ın kitap haline getirilen bir konuşmasında “herkese inancına göre hukuk seçme hakkı’ndan söz ediliyor.
Akyol, Erbakan’ın “şu ülkedeki insanların hepsine inancına göre yaşama ve inancına uygun hukuk seçme hakkı verilmeledir” dediğini aktarıyor.
Taha Akyol bu durumun RP’deki kafa karışıklığının bir eseri olduğunu söylüyor. Söz şimdi Akyol’un,
“Tabii, inanç farklarına göre ayrı ayrı inanç sistemleri kabul edip, ülkeyi bir hukuklar fedarasyonu haline getirmek başka şeydir, üniter hukuk sistemi içinde bireylerin özgürlük alanlarını geliştirmek başka şeydir”
“Başını örtenle açanlar için ayrı ayrı kanunlar çıkarmak ile kanunların başını örtenle açanlar arasında hiçbir ayrım gözetmemesi aynı şey mi?”
Taha Akyol yazısını şöyle bağlıyor: “RP’lilerin dindarlığı asla tehlike değildir: Tehlike, RP’nin siyasi ve ekonomik konulardaki radikalizmi ve kafa karışıklığıdır.”
Son yıllarda islamcı kesimin düşünürleri tarafından çok sık sözü edilen ” çok hukuklu sistem ve Medine Vesikası gibi kavramlar şahsi düşünceme göre de Türkiye’yi bekleyen asıl tehlikeyi işaret ediyorlar.
İslamcı kesimin “bağımsız” yazarlarından Ali Bulaç’ın çok sık sözünü ettiği “ütopya” kaynağını işte bu tarihi belgeden alıyor.
İslamcı yazarlara göre hakimiyet Allah’a aittir (Al-i İmran Suresi). İslamın tevhid ilkesi Allah’ın tek bir ilah olduğunu, bütün varlığın O’nun iradesi ile şekillendiğini anlatır.
Yani birbirinden bağımsız alanlar fikri islami inanca göre olamayacağından “din” ile “devlet” işlerinin ayrılığından da söz edilemez. Çünkü bu iki alan birdir.
Varlık tek bir ilaha boyun eğdiğine göre O’na her alanda da teslim olmak gerekir. O’na eş koşuyorsanız bunun adı “şirk”tir. İlahi hükümlere göre hareket etmeyen her yönetim de bu nedenle gayrı meşrudur.
Bütün bu saptamaları yapan Ali Bulaç, sorunun farklı din ve görüşlere mensup topluluklar arasındaki ilişkiyi kurmak olduğunu söylüyor ve buna çözümü de “herkesin inandığı hukuka tabi olacağı çok hukuklu sistemde, Medine Vesikası’nda” buluyor.
(Yeri gelmişken, acaba Turgut Özal’ın Fener Patrikhanesine duyduğu sempatinin altında gizliden gizliye bu “ütopya” mı yatıyordu?)
“Çok hukuklu düzen’in Türkiye’ye getireceği kargaşayı ve 70 yıllık Cumhuriyet uygulamasını tartışmayı bir kenara bırakıyorum.
Peki, kendisine dini kimlik olarak “müslümanlığı” seçmiş, ancak Araplar gibi yaşamayı da kabul etmeyen bizler gibi insanlar hangi hukuka tabi olacaklar?
Türkiye’deki müslümanlar “inançlı müslümanlar” ve “inançsız müslümanlar” olarak ikiye mi ayrılacaklar?
Türkleri “inançlı” ve “inançsız” diye ayıran zihniyet, siyasi gücü eline geçirdiğinde nasıl davranacak?
İşte önceki yazımda sözünü ettiğim “ayrımcı zihniyet” ile bunu kastediyorum.
Türkiye’nin “inananlar” ve “inanmayanlar” diye ikiye ayrılmasının, her iki kesimde de radikal ve marjinal unsurları güçlendireceğini, bunun da kardeş kavgasına yol açacağını söylüyorum.
Ve buradan bir kez daha Refah’lı yöneticileri bu tür ayrımcı konuşmalardan ve davranışlardan kaçınmaya çağırıyorum.
Bu gemide hep birlikte olduğumuzu, gemi batarsa hep birlikte boğulacağımızı unutmasınlar unutmasınlar istiyorum.