Hakan ile Esra’nın özel yaşamı
Seçim sonuçlarının yayınlandığı 25 Aralık Pazartesi günkü Posta’da başka gazetelerde olmayan çok ilginç bir haber daha vardı. Galatasaraylı Hakan ile eşi Esra’nın evliliklerinin çatırdadığını, Esra’nın evi terk ettiğini yazıyordu.
Adı büyük gazetelerin Posta’nın haberinden sonra fark edip ertesi günden itibaren okuyucularına duyurmaya çalıştıkları bu haber, aslında Türkiye’nin son yıllarda geçirdiği değişimin de ilginç göstergelerinden birisiydi.
Hakan’ın Torino’ya transferi sırasında gündeme gelen bu “aşk hikayesi” batılı Türkiye ile doğulu Türkiye’nin yaşam anlayışlarındaki farklılıklar yüzünden sona erdi.
Aşkın başlangıcı bile Türkiye’ye özgüydü.
Hakan bir kızı seviyordu, ama kızın bundan haberi yoktu. O okuluna gidiyor, yıl sonu sınavlarına hazırlanıyordu.
Ne kız, ne oğlan birbirlerini tanımıyorlardı. Oğlan kızı uzaktan görmüş ve aşık olmuştu.
Hakan’ın Torino’ya transferini, Galatasaraylı yazarların ulusal bir davaya dönüştürmeleri, bu “platonik aşkı” su yüzüne çıkardı.
Hiçbir şeyden haberi olmayan, birden bire gördüğü ilgi ile şaşkına dönen Esra hatırlayacaksınız başlangıçta bu işe pek sıcak bakmıyordu.
Ama araya Hakan’ın Torino’ya transferini bile siyasi bir şova dönüştürme hesapları yapan Başbakan Tansu Çiller girince, akan sular durdu.
Esra, televizyonlardan da naklen yayınlanan bir törenle Hakan’a evet dedi.
Daha sonra gazetelerden çiftin balaylarını nasıl geçirdiklerini, kaç saat odalarında kaldıklarını, kaç defa denize girdiklerini, sabahları neden geç kalıp kahvaltıyı kaçırdıklarını, akla gelebilecek bir sürü münasebetsiz detayı okuduk, öğrendik.
24 yaşındaki bir delikanlı ile 21 yaşındaki bir genç kızın çok özel olması gereken ilişkilerinin kamuoyunun önüne bu kadar ayrıntılarıyla serilmesinden rahatsızlık duymuştum.
O günlerde arkadaşlarıma bu evliliğin uzun süremeyeceğini söylemiştim.
Ama işin ilginç tarafı evliliği sona doğru götüren sebepler benim tahmin ettiklerim olmadı.
Batılı Türkiye ile doğulu Türkiye’nin yaşam anlayışlarındaki farklılık bu evliliğin sonunu da hazırladı.
Esra, Türkiye’nin batılı yüzünü temsil ediyordu. Yarım bıraktığı okulunu bitirmeyi, mesleğini ve kendisini geliştirebileceği bir işte çalışmayı hedefliyordu.
Sadece “Esra” olarak da toplumdaki varlığının bir değeri ve anlamı olmasını istiyordu.
Oysa Hakan hala doğuluydu.
Karısının okumamasını, evinde oturup antrenmandan döndüğünde ona çorba pişirmesini bekliyordu.
Hatta dedikodulara bakılırsa Esra’nın “tesettüre girmesini” de istemişti.
Ona göre Esra’nın bağımsız bir kişilik olarak ortalıkta dolaşması doğru değildi.
O, eşinin toplumdaki yerinin “Hakan’ın karısı” olarak tanımlanmasını istiyordu.
Hakan ile Esra belki birbirlerini beğendiler ama aslında birbirlerine hiçbir zaman aşık olamadılar.
Karşıdaki insan, sevenin duygularına karşılık verdiği zaman kaynaşmayla oluşan bir birlik dönemi başlar ki, buna da aşk denir.
Bu dönemde her iki kişi de kendi varlığının köklerini ötekine aktarır ve kendi içinden değil, ötekinin içinden yaşamaya, düşünmeye, istemeye ve davranmaya başlar.
Eğer Hakan ile Esra bunu başarabilselerdi, ne Hakan, Esra’nın okuma isteğine karşı çıkabilirdi, ne de Esra, Hakan’ın isteklerini gözardı edebilirdi.
O zaman birbirlerinin içinde erimiş, birbirlerine kendi varlıklarının düşünsel temellerini aktarabilmiş yepyeni bir çift olarak karşımıza çıkarlardı.
Türkiye’nin geleceğini de işte burada görüyorum.
Türkiye’nin yüzde 21’i Refah Partisi gibi, kadının toplumdaki yerini erkekten geride gören bir zihniyete oy verebiliyor.
Kadınların oylarını toplamak için kadın militanları çalıştırabilen Refah, iş devlet yönetmeye gelince “kadınların bu işlerde yetersiz olduklarını”, onların yerinin “evleri ve kocalarının bir adım gerisi” olduğunu söyleyebiliyor.
Öteki tarafta da bir kadını Başbakanlık koltuğuna kadar götüren bir başka Türkiye daha var.
Eğer Refahçılar bizi, biz Refahçıları anlamaya çalışır, kendi düşünsel varlığımızın maddi temellerini birbirimize aktarabilirsek yepyeni bir Türkiye sentezi yaratabiliriz.
Bu sentezi yaratmayı başardığımızda da artık ne onların bizlerden ne de bizlerin onlardan korkmalarına gerek kalmaz.
Türkiye mutlu bir evliliğin sıcak yuvası haline dönüşebilir.
1996’dan sadece ve sadece bunu sağlamasını diliyorum.