Geçen gün kitapçıları şöyle bir dolaştım. Niyetim kitap almak değildi. Ama kitapçılarda dolaşmayı, raflara bakmayı, kitapların kapaklarına bakıp içindekileri tahmin etmeyi seviyorum.
Birden farkettim ki raflardaki kitapların büyük bölümü gazeteciler tarafından yazılmış.
Bir gazetede, dergide iki-üç tane köşe yazısı yayınlamış herkes bunları bir kitap halinde toplamış ve Türk okuyucusunun hizmetine sunmayı bir görev bilmiş.
Genç yazarların hikayelerini, romanlarını, şiirlerini basmak konusunda inanılmaz zorluklar çıkaran yayınevleri de bu kitapları basmakta tereddüt etmemişler.
Doğrusunu isterseniz, günlük olarak gazetelerde yazılmış yazıları, aradan bir süre geçtikten sonra kitap haline gelince okuyanlar kimler çok merak ediyorum.
Kanaatim o ki Türkiye’deki köşe yazarları içinde sonradan tekrar tekrar okunmayı hak eden insan sayısı bu kadar çok değil.
O zaman yayınevlerinin bu ilgisi nereden geliyor? Acaba gazeteciler, arkadaşlarının kitaplarını daha bir istekle okuyucularına tanıttıkları için mi bu kitaplar satılıyor ve yayınevleri bu konuda çok hevesli davranıyor?
Neyse, bugün konumuz da bu değil zaten: Araştırma Müdürümüz Zerrin Ravalı bir kaç gündür yazdığım yazılarla insanların ruhlarını kararttığımı hiç olmazsa pazar günü için neşeli bir şeyler yazmamın uygun olacağını söyledi.
Ben de size şimdi neşeli bir hikaye anlatacağım, bakalım sevecek misiniz?
Kitapçıları gezerken 20 yıldır hayalini kurduğum “ilk kitabım” ile ilgili düşüncelere dalmadan edemedim.
Köşe yazılarını toplayıp kitap diye yutturanlara kızdığım için de benzeri bir kitap sahibi olmama imkan yok.
Onun için ben özgün bir çalışma gerçekleştirmek zorundayım.
Düşündüm, taşındım, bir roman yazmam en uygun şey olacak.
Ama bu Yaşar Kemal’in İnce Memed’i gibi ciltler dolusu bir şey olmayacak.
Beni tanıyanlar çok konuşmaktan hoşlanmadığım gibi uzun yazmaktan da hazzetmediğimi iyi bilirler.
Türkiye’de “iş yapacak” bir roman yazmanın yolunun tartışılmaz bir şekilde romana koyulan isimden geçtiğini biliyorum.
Şimdi edebiyat eleştirmenleri ve yazarlar çok kızacaklar, ama bu bir gerçek.
Bu düşünceye varmamı da iki yazar arkadaşıma borçluyum: Kürşat Başar ve llhami Algör’e…
Kürşat’ın son romanı “Sen olsaydın yapmazdın, biliyorum” ile İlhami’nin denemesi “Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku”nun ulaştığı satış başarısı bu sonuca varmama yol açtı.
(Söz aramızda, bu düşünceye varmama yol açan daha çok roman var. Ama onların yazarları arkadaşım olmadığından isimlerini vermeye çekindim. Yazdıklarımın altında başka manalar ararlar diye korktum.)
Neyse, konuyu saptırmayalım, dediğim gibi iş yapacak olan roman mutlaka aşktan söz etmeli (böylece orta yaşa yaklaşan kadın okuyucular garantiye alınıyor) ve ismi de ilginç olmalı (bu sayede de genç kızların romana ilgi duymaları hedefleniyor).
Eğer romanda anlatılan öykü iki kadın-bir erkek ya da iki kadın-iki erkek arasındaki aşk üçgen ve dörtgenlerini, anlatıyorsa bu daha da iyi: Çünkü o zaman ortayaş bunalımına adım atmak üzere olan erkek okuyucuların da romana ilgi duymaları sağlanıyor ki, o zaman kitabın ikinci baskı yapacağı garanti!
Ne yazık ki genç erkekleri roman okumaya çekecek bir sebep bulamadım. Acaba içine biraz da futbol ve otomobil de mi koymalı?
Bu temel ticari ve edebi tespitleri yaptıktan sonra romanıma isim aramaya koyuldum. Arkadaşlarım, bulduğum üç dört isimden en çok yazımın başlığına aldığımı beğendiler: Kırmızıyı seçtim, aşk mavinin altındaydı!
Romanın çatısı isimden de anlaşılacağı gibi “yanlış aşklar peşinde vakit geçiren bir adamın hayatı” tarafından oluşturuluyor.
Adamın eski solcu olması, biraz varlıklı bir hayat sürmesi, bu sayede de kadınlar tarafından çekici bulunması gibi detaylar uygun olacak kanaatindeyim.
Problemim üslupla ilgili.
Ben daha çok “iç konuşma” gibi yazılan romanları severim. Oysa eşim karşılıklı diyaloglarla hızlı akan bir roman yazmamın daha uygun olacağını düşünüyor.
Ama diyalog yazmak da o kadar kolay değil.
İki tür diyalog yazarı var. Birinci gurupta hayatında sokağa çıkmamış yazarlar yer alıyor. Bunların diyalogları Türk filmi gibi. Ağzını açan yarım sayfadan önce kapatmıyor.
Bir de gerçek hayattakine benzer diyaloglar yazan yazarlar var. Charles Bukowski ya da Dashiel Hamnet gibi yazarların diyaloglarını ben çok seviyorum.
Onlar gibi yazmaya özeniyorum. Ama o zaman bakalım Türkler bunu sevecekler mi? Akrabalarım bu tür “sokak” diyaloglarını yazdığım için benden utanacaklar mı?..
İşte düşüncelerim bunlar. Siz ne dersiniz? Ben nasıl bir roman yazmalıyım ki, Türk okuyucuları da tıpkı Amerika’daki benzerleri gibi bu kitaptan yuzbinlerce satın alıp beni bir villa sahibi yapsınlar?
Mektuplarınızı bekliyorum.