Mesut Yılmaz'ı ciddi bir adam zannederdim!
İbrahim Tatlıses’e sormuşlar, “Niye kadınları dövüyorsun” diye… “Vallah ben dövmiyrem babo” demiş… “Konuşurken elimi kolumu salliyrem, karılar da gelip suratlarını ellerime vuriyler… Adım çıkmıştır he valla.”
Azgın milletvekilinin hostes dövme olayının “sürpriz tanığı” ANAP’lı milletvekili Süleyman Hatinoğlu’nun açıklamalarını okuyunca bu fıkra geldi aklıma.
Hatinoğlu’nun iddiasına göre Pehlivanoğlu, hostese “Ben milletvekiliyim, polise filan gidemem. Sen kimsin ki? Silahımı vermezsen ben de gerekeni yaparım” demiş. Hatinoğlu Pehlivanoğlu’nu çekerek uzaklaştırmak isterken de hostes yüzünü adamcağızın eline çarpmış!
Hatinoğlu, Pehlivanoğlu ile aynı partinin üyesi. (Bunların hepsi de birşeyin oğlu. Aklıma bir keko fıkrası geldi. Kahramanlarımızla ilgisi elbette yok, ama anlatayım yine de: Reşo, askerde temel eğitim sırasında bölük komutanının karşısında esas duruşta bekliyor. Komutan soruyor, Reşo cevaplıyor. Cumhurbaşkanı’nın adı, Genel Kurmay Başkanı’nın adı derken Reşo bütün soruları cevaplıyor. Yüzbaşı Hasan Aslanoğlu, Reşo’ya son soruyu soruyor: Benim adım ne? Reşo cevabı yapıştırıyor: Bir heyvanın ogliydi, ama hatırlamirem gomtanım!)
Demek ki, Hatinoğlu’nun açıklamalarını doğru kabul etmemek için bir neden yok.
Yani Mesut Yılmaz’ın adamını korumak için ortaya attığı bir “komplo” öyküsünden söz etmek pek mümkün değil.
Doğrusunu isterseniz ben Mesut Yılmaz’ın göründüğü gibi ciddi bir insan olduğunu zannederdim. Ama demek ki yanılmışım.
Ondan bu olayın üzerinde daha ciddi durmasını, “komplo” kolaycılığına kaçmadan gerekenleri yapmasını beklerdim.
Ama o, bunların yapmak yerine, eski Bedevi kabilelerinde görüldüğü gibi davrandı: Bizim kabilenin üyesi her zaman haklıdır!
Ağzını, burnunu kıracak!
Bu son olay Türkiye’de milletvekillerinin ne hale geldiğini gösteren ilginç bir örnekti aslında.
Aynı gün gazetelerde çıkan şu haber de bu görüşümü destekliyor: DYP’li milletvekili Latif Sakıcı, istediği şeyi yapmayan DPT Müsteşarı Necati Özfırat’ın “ağzını burnunu kıracağını” açıkladı. Sakıcı, bir de yemin etti: “Bu dediğimi yapmazsam bıyıklarımı keserim!”
Halk, milletvekillerinin her şeyi yapabilecek tıynette adamlar olduğu yargısında. Meclis onları gönderenin kendisi olduğunu unutmuş gibi. O kadar ki, şöyle cevap verenler (Harun Kolçak) bile var: “Milletvekilleri lütfen kendi aralarında yaşadıkları kavgaları ve çirkinlikleri insanlara taşımasınlar.”
Kıyamete doğru
Türk toplumunun kendi seçtiği meclise bu kadar yabancılaşması, bana 1789’daki büyük ihtilal öncesi Fransa’yı anımsattı.
Bugün eski rejim diye adlandırılan 1789 öncesinde iktidar, kral ve asilzadelerden oluşan parlamento tarafından temsil ediliyordu.
Meclis o kadar yozlaşmıştı ki, o dönemi anlatan kitaplarda üyeler “skandal içinde yüzen düzeyi düşük insanlar” olarak tanımlanıyorlardı.
Kral 16. Louis de kötü gidişi görüyordu. Durumu dönemin politikacılarından Rivarol’a açtı, ne yapabileceğini sordu. Rivarol’un yanıtı çok kısaydı: “Kral olun!”
Bugün aynı şeyi Türk halkı için de söylemek mümkün. Meclis, halktan kopmuş ve siyasi olarak kendisini yenilemek yeteneğinden de yoksun.
Oraya onların gelmesine yol açan partilerin önder kadroları, adamları ehliyet ve bilgilerine göre değil, “nereye kadar kullanabiliriz” ölçüsüne göre seçiyorlar.
Yüzde 95’i partilerin liderleri karşısında ellerini oğuşturarak boyun eğmeye hazır. Yeter ki işin ucunda vaad edilen bir koltuk olsun.
Artık milletin bütününü temsil etme yeteneğinden de yoksunlar. Temsil ettikleri tek şey onları oraya getiren partinin ve orada tutan liderin günlük çıkarları.
Bu çıkmazdan tek kurtuluş yolumuz, Türk halkının yeniden “halk” olmasından geçiyor. Toplum olarak yepyeni bir siyasi yapıyı yaratacak yeni temsilcilerimizi seçmek, yoksa yaratmak zorundayız.
Fransız İhtilali’nin ardından Kral ve Marie Antoinette için söylenen şu sözler, bizim bugünkü Meclisimiz’e ne kadar da uyuyor: “Tarihin aktörü olabilirlerdi, oyuncağı oldular!”