Muammanın peşrevinde muallaktayız
Yazının başlığını Can Yücel’in bir kitabında okuduğumu hatırlıyorum. 1995 kışı başındaki Türkiye’nin durumunu bundan daha güzel açıklayabilecek başka bir söz bulunabilir mi, bilmiyorum.
Bir de şairleri ayağı yere basmamakla, aklı bir karış havada olmakla suçlarlar. Türkiye’nin bir bilinmezin eşiğinde, boşlukta ne olacağını bilmeden öylece sallanıp durduğunu bu kadar iyi anlatabilmek için, öyle görünüyor ki şair olmak gerek.
Şöyle bir düşünün. Gelecekte bizi nelerin beklediği ile ilgili hiçbir fikrimiz yok.
Gümrük Birliği’ne girebilecek miyiz, yoksa giremeyecek miyiz? Eğer, Gümrük Birliği’ne girersek, bu, Avrupa’nın tam ve eşit bir parçası olmamızı sağlayacak bir sürecin başlangıcı olabilecek mi?
Bunların hiçbirini bilmiyoruz. Dönelim içeriye. Erken seçimin yapılıp yapılmayacağını da bilmiyoruz.
Bakalım Anayasa Mahkemesi ne karar verecek?
Eğer yasa iptal olursa ne olacak? Kısmen iptal edilirse bu kimin işine yarayacak? İptal edilmezse daha mı iyi olur? Bunları da bilmiyoruz.
Seçimler iptal edilirse en erken ne zaman yapılabilecek? Yeni seçim kanunu hangi gizli anlaşmaların, hangi çıkar hesaplarının üzerinle kurulacak? Muamma!
Polis müdürleri seçimler olmazsa geri dönecekler mi? Geri döndüklerinde ellerine sopa alıp bu CHP’li, bu ANAP’lı diye yer misin yemez misin demeden hepimizi dövecekler mi?
Tansu Hanım, Alpaslan Bey’e “başbuğum” dediğine göre, seçimlerden sonra başbakan kim olacak? Tansu Hanım, mahkemeye başvurup adını “Asena” olarak değiştirecek mi?
Bu yeni dişi kurt 2. Asena’nın peşine takılıp gidecek olan Türkler kendilerini nerede bulacaklar?
Yapıldı diyelim, seçimlerde kimin kazanacağını da bilmiyoruz. Eskiden bunu hiç olmazsa hatalarıyla da olsa tahmin etmemizi sağlayacak kamuoyu araştırmaları yapılırdı. Şimdi ondan da mahrumuz.
Seçimi kim kazanacak? Refah yüzde kaç alacak? En büyük parti Refah çıkarsa kiminle koalisyona gidecek? Refah’sız bir hükümet yeni Meclis’ten çıkabilecek mi?
Refah iktidara gelirse hayatımızda ne değişecek? Türkiye İran mı olacak, yoksa Cezayir mi?
Bütün bu hayati konularla ilgili de bir fikrimiz yok. Nefesimizi tutmuş öylece bekliyoruz.
İşin ilginç yönü, örneğin Refah’çıların da bu tereddütleri gidermek için herhangi bir şey söyledikleri yok.
Bu sorulara verdikleri cevap anlamsız ve pis bir sırıtışla, gevrek gevrek ucuz propaganda cümleleri söylemekten ibaret.
Galiba onlar da geleceğin ne getireceği konusunda bir fikir sahibi değiller.
Onlar da bizler gibi “muammanın peşrevinde muallaktalar”!
Soruların sayısını sonsuza kadar artırabilmek mümkün.
Nereye bakarsanız bakın, özel hayatlarımızdan tutun da en temel toplumsal olaylara kadar Türkiye her an bir şeylere gebe.
Müthiş hızlı bir tempoda yaşıyoruz.
Her an bir şey değişiyor, her yeni belirsizliğin içinden bir başka belirsizlik fışkırıyor.
Tüm dünyada yıllarca gösterilen televizyon yarışmalarının Türkiye’de bir-iki yıl içinde eskitilip bir kenara atılmasının ardında da belki bu hızlı yaşama tempomuz yatıyor.
Bu yüzden en temel konularını bile çözüp aydınlığa kavuşturamamış bir ülkenin nasıl olup da hala ayakta kalabildiğine şaşmamak mümkün değil.
Böyle bir ülkede yaşayan biz Türklerin bunca belirsizliğe rağmen, herşey normalmiş gibi davranmasında psikolojik bir sorun sezmiyor musunuz?
Milan Kundera, Türkiye’de de basılır basılmaz büyük ilgi gören romanı Yavaşlık’ta “yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişkinin varolduğunu” anlatıyor.
Yavaşlığın düzeyi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Aynı şekilde hızın düzeyi de unutmanın yoğunluğu ile doğru orantılıdır.
Bir şeyi anımsamak isteyen insan yürürken temposunu düşürür, yavaşlar. Buna karşılık az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmak isteyen insan elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır.
“Muammanın peşrevinde muallakta” kalan biz Türkler de galiba çareyi bunu unutmakta buluyoruz.
Hızlı yaşayıp, genç ölmemizin nedeni cesedimizin yakışıklı olmasında değil, “unutma” içgüdümüzde yatıyor.