Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Hayatı sorgulamak!

Geçen günkü yazımda “hayatı sorgulamak” deyimi­ne sinir olduğumu belirt­miştim. Bu söze neden kızdığımı da bir fırsatını bulursam yazacağımı söylemiştim.

Balıke­sir’den arayan okuyucum Gülbin Hanım’ın telefonda bana söyledik­leri üzerine hem “hayatımı sorgula­mam” hem de “hayatımı sorgulamak” deyişine neden sinir olduğu­mu açıklamam farz oldu.

İsterseniz, hayatımı sorgulamaya başlamadan önce, bu deyişden ne­den hoşlanmadığımı anlatayım.
Deyim, herşeyden önce içinde bir olumsuzluk taşıyor. Ortada memnun olunmayan bir hayat var ki, bunu sorgulamak ihtiyacı doğu­yor! Yaşadığı anların değerini bil­meyen, hayatından memnun olma­yan insanları oldum olası sıkıcı bul­duğum için, deyim bu yönüyle sinirime dokunuyor.

Öte yandan, hayatı sorgulama eyleminin kendisi, o ana ka­dar yaşanılan hayatın gelişi­güzel ve rüzgarların önünde savru­larak yaşandığı izlenimini uyandırıyor bende.

“Yaşadıklarını yaparken aklın ne­redeydi be adam” demek isteğini uyandırıyor. Hayatını sorgulayan insanın, o ana kadar kendisi ve ya­şantısı hakkında hiç düşünmeden, yalnızca bir canlı varlık olarak yaşa­dığı izlenimini uyandırıyor.

Normal zeka seviyesindeki bir insanın asla yapmaması gereken bir şeyi yaptığını, ben kimim, ne­yim, nereye gidiyorum gibi soruların o ana kadar hiç sorulmadığını gösteriyor.

Bu yüzden “hayatını sorgula­mak” deyimini kullananlara da, “hayatını sorgulayanlara” da hoş gözle bakmıyorum.

Okuyucum Gülbin Hanım ile ko­nuştuktan sonra telefonu kapayın­ca, bu sevmediğim söz geldi aklıma.

Gülbin Hanım, Yasak ilişki isimli film üzerine yazdığım yazıyı oku­duktan sonra aramıştı. Bana hep böyle hayata ve aşka dair yazmamı, herkesin yazdığı siyaset konuların­dan uzak durmamı öğütlüyordu.

Ona hayatın bir bütün olduğunu, aydın bir insanın her konuda dü­şünmek zorunda olduğunu, kaldı ki benim gazeteci olarak görevimin her konuda ne biliyorsam onu yaz­mamı gerektirdiğini söyledimse de ikna edici olamadım.

Bana, “bütün gazetelerde, herkes aynı şeyleri yazıyor. Bari siz farklı olun” dedi.

Bunun üzerine bir kaç dakikalığı­na da olsa o nefret ettiğim şeyi yaptım ve “hayatımı sorguladım”.

Bugüne kadar pişman olabilece­ğim herhangi birşey yapmadığım için de doğrusu bu sorgu işi çok kı­sa sürdü.

Sonra da oturdum yazdığım gün­lük yazıları gözden geçirdim.

Ne kadar da çok boş işle uğraştı­ğımızı işte o zaman gördüm. Günle­rimizi, Tansu Çiller, Deniz Baykal, Mesut Yılmaz derken harcamış, geçmişiz.

Aradan yıllar geçtikten sonra okuyanların neler hissedeceğini dü­şünmeye çalıştım. Eski gazeteleri okurken kendimin neler düşündü­ğünü hatırladım. “Başbakan Sara­çoğlu dedi ki”, “Paşa hazretleri ifa­de buyurdular ki”, gibi makaleleri gözümün önüne getirdim.

Onlar bugün bizim için ne ifade ediyorsa, bugün yaz­dığımız günlük yazılarda 50 yıl sonraki Türk insanına onu ifade edecekti. Ne daha az, ne de daha çok!

Türk siyasetçileri kısır çekişmeleriyle Türkiye’yi nasıl bir darboğaza sürüklemeyi başardılarsa, biz köşe yazarlarını ve gazetecileri de aynı batağa sürüklemeyi, günlük siyaseti hepimiz için bir saplantı haline ge­tirmeyi başarmışlardı.

Evrenin mekanik düzenini nasıl keşfettiğini soranlara Newton, “ge­ce gündüz onu düşünerek” cevabını vermişti.

Bizse gece gündüz siyaset yeyip, siyaset içtiğimiz halde “gerçeğe” o kadar uzak kalmıştık ki…

Gasset, bir yazısında şöyle diyor­du: “İleri süreceğim fikrin onda do­kuzunun yanlış olacağını bilsem de, bütün bu konular üzerinde düşün­düklerimi yazmak isterim; ama iyi niyetlerden yola çıkarak, hata yapma özverisini göze alması, bir yaza­rın insan kardeşlerine sunabileceği tek kamusal erdemdir.”

Hem Gülbin Hanım’a hem de kendime artık hak veriyo­rum.

Evet, Türkiye hepimizin ve bu ül­ke için hepimiz elimizden ne geli­yorsa onu yapmalıyız.

Benim de elimden gazetecilik ve yazı yazmak geldiğine göre yap­mam gereken şey bu.

Bundan sonra yazılarımda “haya­ta ve aşka dair” düşüncelere daha çok yer vereceğim. Ama, Türkiye için iyi olduğunu düşündüğüm fikir­lerden de başkalarına bu çok saçma gelse bile vazgeçmeyeceğim.