Hayatı sorgulamak!
Geçen günkü yazımda “hayatı sorgulamak” deyimine sinir olduğumu belirtmiştim. Bu söze neden kızdığımı da bir fırsatını bulursam yazacağımı söylemiştim.
Balıkesir’den arayan okuyucum Gülbin Hanım’ın telefonda bana söyledikleri üzerine hem “hayatımı sorgulamam” hem de “hayatımı sorgulamak” deyişine neden sinir olduğumu açıklamam farz oldu.
İsterseniz, hayatımı sorgulamaya başlamadan önce, bu deyişden neden hoşlanmadığımı anlatayım.
Deyim, herşeyden önce içinde bir olumsuzluk taşıyor. Ortada memnun olunmayan bir hayat var ki, bunu sorgulamak ihtiyacı doğuyor! Yaşadığı anların değerini bilmeyen, hayatından memnun olmayan insanları oldum olası sıkıcı bulduğum için, deyim bu yönüyle sinirime dokunuyor.
Öte yandan, hayatı sorgulama eyleminin kendisi, o ana kadar yaşanılan hayatın gelişigüzel ve rüzgarların önünde savrularak yaşandığı izlenimini uyandırıyor bende.
“Yaşadıklarını yaparken aklın neredeydi be adam” demek isteğini uyandırıyor. Hayatını sorgulayan insanın, o ana kadar kendisi ve yaşantısı hakkında hiç düşünmeden, yalnızca bir canlı varlık olarak yaşadığı izlenimini uyandırıyor.
Normal zeka seviyesindeki bir insanın asla yapmaması gereken bir şeyi yaptığını, ben kimim, neyim, nereye gidiyorum gibi soruların o ana kadar hiç sorulmadığını gösteriyor.
Bu yüzden “hayatını sorgulamak” deyimini kullananlara da, “hayatını sorgulayanlara” da hoş gözle bakmıyorum.
Okuyucum Gülbin Hanım ile konuştuktan sonra telefonu kapayınca, bu sevmediğim söz geldi aklıma.
Gülbin Hanım, Yasak ilişki isimli film üzerine yazdığım yazıyı okuduktan sonra aramıştı. Bana hep böyle hayata ve aşka dair yazmamı, herkesin yazdığı siyaset konularından uzak durmamı öğütlüyordu.
Ona hayatın bir bütün olduğunu, aydın bir insanın her konuda düşünmek zorunda olduğunu, kaldı ki benim gazeteci olarak görevimin her konuda ne biliyorsam onu yazmamı gerektirdiğini söyledimse de ikna edici olamadım.
Bana, “bütün gazetelerde, herkes aynı şeyleri yazıyor. Bari siz farklı olun” dedi.
Bunun üzerine bir kaç dakikalığına da olsa o nefret ettiğim şeyi yaptım ve “hayatımı sorguladım”.
Bugüne kadar pişman olabileceğim herhangi birşey yapmadığım için de doğrusu bu sorgu işi çok kısa sürdü.
Sonra da oturdum yazdığım günlük yazıları gözden geçirdim.
Ne kadar da çok boş işle uğraştığımızı işte o zaman gördüm. Günlerimizi, Tansu Çiller, Deniz Baykal, Mesut Yılmaz derken harcamış, geçmişiz.
Aradan yıllar geçtikten sonra okuyanların neler hissedeceğini düşünmeye çalıştım. Eski gazeteleri okurken kendimin neler düşündüğünü hatırladım. “Başbakan Saraçoğlu dedi ki”, “Paşa hazretleri ifade buyurdular ki”, gibi makaleleri gözümün önüne getirdim.
Onlar bugün bizim için ne ifade ediyorsa, bugün yazdığımız günlük yazılarda 50 yıl sonraki Türk insanına onu ifade edecekti. Ne daha az, ne de daha çok!
Türk siyasetçileri kısır çekişmeleriyle Türkiye’yi nasıl bir darboğaza sürüklemeyi başardılarsa, biz köşe yazarlarını ve gazetecileri de aynı batağa sürüklemeyi, günlük siyaseti hepimiz için bir saplantı haline getirmeyi başarmışlardı.
Evrenin mekanik düzenini nasıl keşfettiğini soranlara Newton, “gece gündüz onu düşünerek” cevabını vermişti.
Bizse gece gündüz siyaset yeyip, siyaset içtiğimiz halde “gerçeğe” o kadar uzak kalmıştık ki…
Gasset, bir yazısında şöyle diyordu: “İleri süreceğim fikrin onda dokuzunun yanlış olacağını bilsem de, bütün bu konular üzerinde düşündüklerimi yazmak isterim; ama iyi niyetlerden yola çıkarak, hata yapma özverisini göze alması, bir yazarın insan kardeşlerine sunabileceği tek kamusal erdemdir.”
Hem Gülbin Hanım’a hem de kendime artık hak veriyorum.
Evet, Türkiye hepimizin ve bu ülke için hepimiz elimizden ne geliyorsa onu yapmalıyız.
Benim de elimden gazetecilik ve yazı yazmak geldiğine göre yapmam gereken şey bu.
Bundan sonra yazılarımda “hayata ve aşka dair” düşüncelere daha çok yer vereceğim. Ama, Türkiye için iyi olduğunu düşündüğüm fikirlerden de başkalarına bu çok saçma gelse bile vazgeçmeyeceğim.