Neyin olacağını görmek için…
Süleyman Demirel’i bir siyasetçi olarak sevmiyorum. Temsil ettiği ideolojik çizgiye yaşamımın her döneminde karşıydım. Siyasi görüşlerimde bir “sağ sapma” olduğunun farkındayım ama Demirel’in temsil ettiği zihniyete hala da karşıyım.
Artık emekli olmasını, Türkiye siyasetinden elini çekmesini istiyorum.
Ancak bütün bu siyasi ayrılığıma rağmen, Demirel’in Türkiye için çok önemli bir siyasi figür oluşturduğunu da inkar etmiyorum.
Hatta ve hatta, Demirel’i anlamanın, Demirel gibi düşünmeye alışmanın sağda da solda da bir siyasetçiye çok şeyler kazandıracağını düşünüyorum.
Çünkü, onun “köylü bakışı”nda, Türk siyasetini en iyi değerlendirme yeteneğine sahip olma yetisinin bulunduğuna inanıyorum.
Yıllar önce söylediği, “Neyin olabileceğini anlamak için, nelerin olamayacağına bakmak gerekir” sözünü, duyduğum ilk günden beri hafızamın bir köşesinde dikkatle saklıyorum.
Ne zaman bir problemle karşılaşsam, bu cümlenin çizdiği strateji içinde olayları tartmaya, düşünmeye çalışıyorum.
Ancak, nedense Türkiye’de Demirel’in en yakınları bile (örneğin kızı Tansu Hanım bile) bu sözü hatırlamıyorlar. Sözü hatırlamadıkları için de oturup kağıt üstünde nelerin olup, nelerin olamayacağını düşünmek yerine, paçaları sıvayıp sel sularına atlamayı tercih ediyorlar.
Eğer, izleyicileri de Demirel çapında siyasetçi olmuş olsalardı, Türkiye son bir aylık vakit kaybını yaşamazdı.
Ama olmadı. Çiller’in, neyin olabileceğini görmesi için, nelerin olamayacağını denemesi gerekti.
Umarım bu deneyini, siyaseti sürdürdüğü sürece bir daha unutmaz, gerekli dersleri çıkarır.
Yıllar önce Alfred Hitchcock’un “The Man Who Knew Too Much” (Çok Şey Bilen Adam) filminde Doris Day’in söylediği ve o günden beri aklımdan çıkaramadığım, sık sık ıslıkla çaldığım bir şarkı var.
İtalyanca-ingilizce karışımı bu şarkı “Che sera, sera” adını taşıyor. Şarkıyı sevmemin nedeni yalnızca melodisi değil isminin taşıdığı anlamı da çok seviyorum.
Hem “ne geceydi!” anlamına geliyor, hem de biraz zorlama bir Türkçeyle “herşey olacağına varır’a… (İyi italyanca bilenler hemen beni aramaya kalkmasınlar, burada lafzi bir çeviri yapmıyorum, zaten italyancayı da bilmiyorum. Sordum, öğrendim.)
Dün Ankara’da olanları duyunca yine eski melodimi çaldım ıslıkla. Hatta bu yazıyı yazarken de sözlerini mırıldanmaya çalışıyorum…
Gördüğünüz gibi herşey olacağına vardı. Günlerce bu köşede yazdım. Baykal’ı koalisyonu bozmakta aceleci davrandığı, başından itibaren sekter davrandığı için eleştirdim. Aynı şekilde, esnek olmadığı, Baykal’ı anlamaya çalışmadığı için de Tansu Hanım’ı eleştirdim.
Yanlış anlaşılmasın. Bunun sebebi bazı amigo gazeteciler gibi CHP-DYP koalisyonu savunucusu olmam değil. Tam tersine. CHP’nin böyle bir koalisyonda işinin olamayacağını düşündüm hep.
İki lideri de eleştirmemin nedeni bugünkü TBMM çatısı altından daha iyi ve uygulanabilir bir formül çıkmayacağını Varsaymama dayanıyordu.
Nitekim düşüncelerimin doğruluğunu hayat sınadı.
Herşey yine olacağına varıyor. Ülkenin adam gibi bir seçim kanunu ile önümüzdeki bahar aylarında bir seçime gitmesinden ve bu seçime kadar DYP-CHP koalisyonundan daha geçerli bir başka alternatifinin olmadığına inanıyorum.
Gelelim Menzir’e.
Ben Necdet Menzir’in dünkü istifasının en az dört ay gecikmiş, bir istifa olduğuna inanıyorum.
Genç bir polis memurunun cenazesinde öfkeyle söylenmiş bazı sözlerin, siyasi bir bedeli olmalıydı.
Çetin Altan’ın unutamadığım bir yazısı vardı. “Kimi önce öder, kimi sonra” başlığını taşıyan. Eğer o yazıyı bulursam, sizler için bir gün köşemde yayınlamayı da tasarlıyorum.
Çetin Altan o yazısında her şeyin bir bedelinin olduğunu, bu bedelin mutlaka ödeneceğini, kimi insanların peşin bir bedel öderken, kimilerinin de daha sonra bunu ödeyeceklerini, kendine özgü enfes üslubuyla anlatıyordu.
Menzir, o gün başarılı bir halkla ilişkiler kampanyasının da yardımıyla kamuoyunda kendisine siyasi prestij sağlayacak bir çıkış yaptı.
Halkın büyük çoğunluğunun desteğini aldı. Hatta, bağımsız olarak milletvekili adayı olsa, seçim kazanabilecek bir siyasi-toplumsal güce bile ulaştı.
Bunun bir bedeli olmalıydı, o da emniyet müdürlüğü görevinden ayrılmaktı. Menzir şimdi bu bedeli ödedi.
Keşke, olaylar bu kadar tırmanıp, isminin üzerinde gereksiz bir siyasi polemik yaratılmasına baştan fırsat vermeden bu işi yapsaydı. Daha da yücelir ve bunun ödülünü bu milletten mutlaka alırdı.
Ama olmadı. Siyaset adamında bazen basiret denen şey, paradan daha da az bulunuyor!
Fellini filmi gibi
Pazar günü Ankara’da polisle işçi arasında olanları izlediniz mi bilmiyorum.
Polisler otobüsleri copluyorlardı. Evet, evet otobüsleri…
Sürrealist bir filmden fırlamış bir sahneydi sanki. Polisler, ellerinde copları ile otobüslere saldırıyorlar ve alabildiğine vuruyorlardı. Gerçekten unutulmaz bir sahneydi.