Federico Garcia Lorca’yı tanır mısınız, sever misiniz, bilmiyorum. Onu tanıyıp da sevmeyen olacağına da inanmıyorum.
Lorca, İspanya’nın yetiştirdiği en büyük şairlerden biri. Edebiyatçılar onun ismini 20. Yüzyılın en önemli şairleri arasında sayıyorlar.
Ölüm üzerine yazdığı şiirler ve Kanlı Düğün, Yerma, Bernarda Alba’nın Evi isimli oyun üçlemesi ile tanınıyor.
Biz Türklere ne mutlu ki, Garcia Lorca’nın bütün şiirleri ve oyunları Türkçe’ye çevrilip, yayınlandı.
Dün gece, İspanya iç savaşında faşistler tarafından sorgusuz sualsiz kurşuna dizilen Lorca’nın ruhunu bir kez daha şad ettim. Toprağının bol olmasını diledim.
“Yeşil, sevdiğim benim / Dağlann yeşili, uçan rüzgarın / Dağlara salınmış at / Denizde yüzen sandal” dizeleri döküldü dudaklarımdan. “Aç olanların yanındayım / yanında olacağım hep” deyişini hatırladım.
Dün 1936 baharındaki İspanya’nın filmini gördüm.
Eğlenceli Amerikan filmlerinin bombardımanı altındaki İstanbul sinemalarından ancak üçünde kendisine yer bulan (bir tanesi de ne yazık ki dün gece yandı) “Ülke ve Özgürlük”ü (Land and Freedom) seyrettim.
İspanyol halkının faşizme karşı direniş destanını izledim.
Faşizmin hem ülkemizde hem de dünyanın bir çok yerinde yeniden başkaldırmaya başladığı şu günlerde biraz nostalji ile karışık da olsa anti-faşist duygularımı biledim.
Real Madrid gibi başında “real” (kraliyet) olan İspanyol takımlarını değil de Barcelona gibi Atletico Madrid gibi “halk” takımlarını daha çok tutmamın “tarihsel kökenlerini” hatırladım.
“La Pasionaria” Dolores İbaruri’yi düşündüm. Kulaklarımda “sürünerek yaşamaktansa başı dik ölmek yeğdir” sözleri çınladı.
Bosna’da pazar yerinde, Sırp faşistlerin bombalarıyla öldürülen çocukları hatırladım. Hepsinin kopuk bacakları, parçalanmış yüzleriyle, 1937 yılı Nisan’ında Guernica’da yine bir pazar yerinde, İspanyol-Alman ve İtalyan faşistlerinin bombalarıyla can veren çocuklarla birlikte şimdi cennetin uçsuz bucaksız çayırlarında koşup, oynadıklannı düşündüm.
Dünyanın dört bir yanından yalın ayak, başı kabak gençlerin sadece ve sadece büyük bir özgürlük ve sosyalizm düşü uğruna, İspanyol halkının yanında savaşmaya koşmasına bakıp, aynı şeyi şimdi kendim Boşnaklar için yapamadığıma hayıflandım.
Oysa “enternasyonal müfrezeler” benim kuşağımın anti-faşist gençleri için büyük bir düştü.
İspanyol iç savaşı ile ilgili okuduğum her kitap enternasyonal müfrezelerin, milislerin kahramanlık öyküleriyle doluydu.
45 bin gencin, Jarama Vadisi’nde “no pasaran” (faşizme geçit yok) sloganıyla, Alman Condor topçularının önüne bedenleriyle dikilmesini unutmak mümkün mü?
Onbeş kilometrelik bir cephe boyunca on günde, dünyanın çeşitli yörelerinden kalkıp gelmiş 45 bin genç öldü Jarama Vadisi’nde.
Ancak bütün dünya bu kırımı seyretti, tıpkı bugün Bosna’da olduğu gibi..
Fransa, İngiltere, Amerika anlaşılmaz bir “müdahalesizlik” anlaşmasıyla İspanya’daki faşist kırımı seyrettiler.
Stalin’in hesabı ise çok başkaydı. Bir yandan cumhuriyetçilere silah verirken, diğer yandan da Troçkist tasfiye bahanesiyle demokrat güçleri böldü. Seyretmeyen yalnızca Hitler ve Mussolini’ydi. Onlar Franco’nun yanında yer almakta ve yeni silahlarını İspanyol halkının üzerinde denemekte tereddütlü davranmadılar.
O tarihte, faşizm, İspanya’da, yenilgiye uğratılsaydı ‘büyük bir ihtimalle ikinci dünya savaşı da çıkmayacaktı.
İşçilerin kurduğu yerel iktidarlar yaşama fırsatı bulsalardı, Stalin’in istibdat rejimi ne kadar dayanabilirdi? Perestroyka o zaman başlar mıydı? Troçki’nin sürekli devrim hayali gerçekleşir, devrim başka yerlere sirayet edebilir miydi?
Bunlar cevaplarını hiçbir zaman bulamayacağımız sorular.
Ama cevabını bugün mutlaka bulmamız gereken sorular da var.
Günümüzde faşizm dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de hortlama istidadı gösteriyor.
“Yükselen değer” avcıları şimdi her kanaldan bunu pompalıyorlar.
Bugün Türkiye’de “insan hakları savunucularını terörist gibi gören, laikliğin, dinsizliğin bir türü olduğuna, inanan” emniyet müdürleri var.
Demokratik hakların geliştirilmesini kendi halkı için değil de, Avrupa ile ticaret yapmak için isteyen siyasiler var.
Yükselen faşizmi, “yeni bir akım” diye alkışlayan ve bunu ulusçuluğun yükselmesi zanneden yarı entel köşe yazarları var.
Sanırım tüm dünyanın demokratik güçlerinin elele verip bir kez daha güçlü bir sesle “no pasaran” diye haykırması gerekiyor!