Serdar Turgut, dünkü Hürriyet’te yer alan köşesinde “özel televizyonların büyük bölümünün haber saatleri tam bir soytarılık resmi geçidine dönüştü” diye yazdı.
Bir süredir televizyon haberciliğinin Türkiye’de büründüğü yeni şekille ilgili ciddi rahatsızlıklar duyan bir gazeteci olarak bu konuda bir yazı yazmayı tasarlıyordum.
Ama isterseniz önce, Serdar Turgut’un yazısında benim okurken çok güldüğüm, sizlerin de okumasını istediğim bir bölümü aktarayım. Etrafımızı karamsarlık bulutlarının sardığı böyle bir günde sizin de içiniz ferahlasın.
Şöyle yazmış Serdar Turgut:
“Bir de muhabirler arasında sürekli hareket etme hastalığına tutulmuş olanlar var.
“İstanbul’daki sunucu “Şimdi Ankara’ya bağlanıyoruz ve arkadaşımızdan bilgi alıyoruz” dendikten sonra ekrana bir adam çıkıyor.
“Bu adam konuşurken nedense vücudunun bütün bölgeleri ayrı ayrı oynuyor. Sanki arka planda bizim duyamadığımız bir kemençe filan çalıyor da adam kendini tutamıyormuş gibi bir izlenim ortaya konuluyor.
“Adam ekranda zangır zangır titrerken bari dedikleri mantıki akış içinde gidiyor mu diye merak edip onu dinlerseniz bir hayal kırıldığına daha uğruyorsunuz.
“Normal şartların hüküm sürdüğü bir memlekette televizyona çıkması kesinlikle mümkün olmayan ve hatta belki de tedavi görmesi gereken bir insan Türkiye şartlarında her gece titreyerek, gülerek, yarım cümleler kurarak insanların karşısına çıkabiliyor.”
Serdar’ın kimi tarif ettiğini sanırım sizler de anlamışsınızdır.
Televizyon yayınları yaygınlaşmaya başladığında bütün dünyadaki gazetecilerin temel sorunu, gazetelerin televizyonun hızlı haberciliği ile nasıl yarışabileceğiydi.
Gazetecileri ürküten şey, televizyonun bütün önemli haberleri, üstelik de canlı görüntüler eşliğinde, bir gece öncesinden izleyicilerine ulaştırabilme yeteneğiydi.
Televizyon haberleri çabuk veriyordu, ama derinlikten yoksundu.
Bir-kaç dakikalık süre içinde olayların arka planı, o olayı yaratan koşullar vs. gibi bir habere derinlik katan, zenginleştiren unsurlar ister istemez es geçiliyordu.
Bu sayede dünyanın önemli gazeteleri bu vartayı zor da olsa atlatmayı başardılar.
Daha iyi yetişmiş muhabirler ve yazarlar kullanarak, televizyonun gece gösteremediği ayrıntıları okuyucularına ulaştırarak varlıklarını sürdürebildiler.
Türkiye’de bizim işimiz daha kolay oldu.
Başlangıçta sadece TRT vardı. TRT’nin anlamsız devlet protokolüne dayalı haberleri izleyicinin ilgisini kısa sürede dağıttı.
Üstelik TRT’nin anlaşılmaz haber diliyle bir çok olay bilmeceye dönüştürülüyor, ertesi gün gazeteler okunmadan haber alma ihtiyacı karşılanamıyordu.
Özel televizyonlar birbiri ardısıra kurulduğunda esas tehlike ile karşılaştık.
Ama çok geçmeden özel televizyon haberlerinden de korkmamız için bir neden olmadığı ortaya çıktı.
Habercilik dünyanın en pahalı işi. Böyle bir iddiayla yola çıkarsanız sayısız kameraya, yurt içinde ve dışında bürolara ve bir gazeteci ordusuna sahip olmanız gerekiyor.
Ticari olarak zarar eden ve reklam için ihtiyaç duyduğu ratingi Kemal Sunal filmleriyle sağlayan televizyonların patronları bu işe para yatırmadılar.
Bu durumda televizyonların haber merkezleri gündüz gazetelerde yer alan haberleri yeni bir bakışla ortaya koymaya çalışan arkadaşlarımızdan oluştu.
Bazısı artık bu zahmete bile katlanmıyor. Gazetelerdeki köşe yazılarını, haberleri akşam bülteninde bir-iki görüntü eşliğinde okuyup, geçiyorlar.
Bugün televizyon haberlerini izlemeyenler, eğer gündüzden gazete okumuşlarsa hiçbir şey kaçırmadıklarını çok iyi biliyorlar.
Hatta öyle günler oluyor ki, sadece televizyon haberlerini izleyen bir vatandaşın, o gün ülkede ne olup bittiğini öğrenmesi mümkün olamıyor.
Dün gece televizyon haberlerini dinledikten sonra aklımda ne kaldı biliyor musunuz: AZ SONRA!
Bu “az sonralar” o kadar çoktu ki, bir kaç defa, daha önce okunan haberlerin bile “az sonra” anonsunun yapıldığına tanık oldum.
Groucho Marx vaktiyle ” Ben televizyonu çok eğitici buluyorum. Kim, ne zaman televizyonu açsa, ben yan odaya geçip kitabımı okuyorum” demiş.
Ben de artık öyle yapıyorum.