Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Türkler, şişman İngiliz kızlarını niye seviyor?

Şişman İngiliz kızları yüzünden Türk erkeklerinin başına gelen, pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Kahramanmaraşlı küçük Musa’nın hapislere düşmesine yol açan bu sevda, son olarak “uçak korsanı” Ramazan’ın da başını yaktı.

Ramazan’ın sevgilisinin fotoğraflarını Efes maçı için Milano’ya giderken uçakta okuduğum Hürriyet’te gördüm.

Görmemiş olabilirsiniz diye sizlere de anlatayım: Ramazan’ın aklını başından alıp, önce Kıbrıs Rum kesimine ilticaya, başaramayınca da uçak kaçırmaya iten hanım 90 küsur kilo ağırlığında.

Elbisesini değiştirirken aniden çekilmiş fotoğrafında görünen sütyenlerine iki tane topatan kavunu rahatlıkla sığabilir.

Zaten kızın babası da hayretler içinde aynı şeyi söylüyor: “Kızımın nesini beğendi anlayamadım. Hem şişman, hem göğüsleri çok büyük.”

Yaz tatillerimi geçirdiğim Kuşadası’nda da benzer görüntülere sıkça rastlarım.

Şişmanlıktan zor yürüyen İngiliz kızlarının bizim delikanlılara ne kadar cazip geldiğini, oradaki gözlemlerimden de biliyorum. Bu durumu açıklamak için klasik “aşkın gözü kördür” genellemesine başvurmak da beni tatmin etmiyor.

Evet, elbette aşkın gözü kördür, seven bir insan için sevdiği kişinin fiziksel özelliklerinin çok fazla önemi yoktur, ama yine de bu işte bir gariplik olduğunu düşünüyorum.

Kızların hiç birisi bir görüşte vurulacağınız gibi değil. Onlara aşık olmak için yakından tanımak, özelliklerini öğrenmek ve belki de bunlardan birini beğenip, ondan sonra aşık olma sürecine geçmek gerek.

Öte yandan, kızların genel görüntüsü de insanı tanışmaya teşvik edici özellikler arzetmiyor.

Bu yazdıklarımın biraz terbiye dışı olduğunu, hiç kimseye dış görünüşüne bakarak bir değer biçmemek gerektiğini elbette biliyorum.

Ama yine de merak etmeden duramıyorum.

Bu ilginç olayın sebeplerini düşünürken, okuduğum bir kitap beynimde yeni şimşeklerin çakmasına yol açtı.

Atilla Dorsay’ın yazdığı ve Remzi Kitabevi tarafından yayınlanan “100 Yılın Yönetmeni” isimli kitapta okuduğum satırlar kafamdaki düşüncelerin biraz daha berraklaşmasını sağladı.

Dorsay, bu kitabında sinemanın yüzüncü yılında, en önemli gördüğü 100 ayrı film yönetmenini tanıtıyor, onların portrelerini çiziyor.

Eğer sinemaya birazcık merakınız varsa okumanızı öneririm. Gerçekten insanı bulunduğu ortamdan alıp, o sinema dahilerinin büyülü dünyasına götürmeyi başarıyor, Dorsay.

Filmlerinin çoğunu üç-dört kez seyredecek kadar çok sevdiğim Alfred Hitchcock’a ayrılan bölümü özel bir dikkatle okudum.

Çünkü O’nunla kadınlar konusunda (övünmek gibi olmasın) ortak yönlerimiz var. İkimiz de “sarışın” ve “sofistike” kadınları beğeniyoruz.

Yıllardır “güzellik timsali olarak anılarımda yaşattığım” Kim Novak ile bir Hitchcock filminde tanışmıştım.

Hitchcock’un ve benim neden sofistike, sarışın kadınları beğendiğimizi anlatmayı başka bir yazıya bırakıyorum. Şimdi sırası değil, çünkü konumuz İngiliz kızları.

Bakın Hitchcock, İngiliz kadınları için neler diyor: “İngiliz kadınları ve genelde kuzeyli kadınlar Latinlerden daha ilginçtir. Bir İngiliz kadını, bir öğretmen görünüşüyle sizinle birlikte aynı taksiye binebilir ve elini pantolon düğmelerinize atabilir.”

İşte böylece bizim Musa ile Ramazan’ı ve daha adını bilmediğimiz bir çok genci çılgına çeviren şeyin ne olduğunu anladım.

Onları büyüleyen şey kızların dış görünüşleri değil, soğuk ve tombul görüntülerinin altında yatan dişilik olmalıydı.

Kadınsız kahvelerdeki erkek sohbetlerini dinleye dinleye büyüyen Anadolu delikanlıları, hayatlarında ilk kez, dişiliğini göstermeye utanmayan gerçek bir kadınla karşılaşınca akıllarını oynatıyorlardı.

Böyle bir durumda uçak da kaçırılırdı, hapse de girilirdi. Artık onlara hak veriyorum.

Fotoğraf altı:
Kim Novak.. Sarışın ve sofistike..

Gerektiğinde bir yosma gibi davranabilen gerçek bir hanımefendi!