POSTA

Türklerin genlerinde ‘batıya git’ yazılı!

Wan Li Chang Cheng Çince’de “Onbin li’lik duvar” anlamına geli­yor. Bizim Çin Seddi olarak bildiğimiz büyük duvara on­lar böyle diyorlar.

Milattan önce dördüncü yüzyılda, yani günümüz­den yuvarlak hesapla 2 bin 500 yıl kadar önce Çin’de hüküm süren Qin Hanedanının ilk imparatoru Shi Huangdi tarafından yaptırıl­mıştı.

İmparatorun bu dev duvarı ördürmekteki amacı, o yıllardaki baş düşmanı Hun’lardan korunmaktı. Huangdi, böylece Türklerin 2 bin 500 yıldır süren “batı” yolculuğunu başlattığının da farkında değildi.

O yıllarda bütün zenginlik doğu­da olmasına rağmen, bütün Türk kavimleri gözleri hep batıya dönük yaşadılar. Hatta, batıya ulaşmayı yaşamlarının temel amacı haline getirdiler.

Türk kavimlerinin batıya doğru ilerledikçe ulaştıkları hiçbir nokta onları tatmin etmeye yetmedi. Hep daha batıya, daha batıya gitmek İs­tediler.

Anadolu’yu fethedip, burada Türk birliğini sağladıktan sonra bile bu istekleri bitmedi.

Önlerindeki son doğal engel olan boğazları da geçip batıya olan yol­culuklarına devam ettiler.

Dün bu yolculuğun aşamaların­dan birisini daha geçirdik. Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Avrupa Gümrük Birliğine girişini resmen onayladı. Üç hafta sonra Türkiye de Avrupa’nın ekonomik sınırları içindeki yerini bir daha geri dönül­memek üzere alacak.

Bununla yetinecek miyiz?

Hiç kuşkusuz hayır. Bu ekono­mik birleşmenin doğuracağı siyasi sonuçlara da hazırız. Bugün çok uzak görünse bile, Türkiye’nin Av­rupa Birliği’ne tam üyeliğini de gö­receğiz. Üstelik bu zannedildiği gibi 30-40 yılda değil, çok daha kısa bir sürede gerçekleşecek.

Çünkü aradan geçen 2 bin 500 yılda damarlarımızda, kanımızda hep aynı şeyi yaşadık, hissettik. “Batıya gitmek arzusu” sanki DNA’larımıza nakşedilmiş bir özelli­ğimiz oldu.

Bugün bu süreci tersine çevirebi­leceğini zannedenler, başlarını geri­ye çevirip Türklerin 2 bin 500 yıldır nelerin üstesinden gelmeyi başarabildiğine bir kere bakmalılar.

Göreceklerinden hiç de memnun kalmayacaklarına eminim.

Bu korkuyla yaşanmaz
Dün Başbakan Tansu Çiller, çatısı altında Posta, Milliyet ve Fanatik gibi üç gazete ile onlarca derginin hazırlandığı Doğan Medya Center’i (DMC) ziyaret etti.

Ziyaretin başlamasından yaklaşık bir saat kadar önce binanın etrafı iki otobüs, bir minibüs ve sayamadığım kadar çok binek otolarıyla getirilen polisler tarafından sarıldı.

Çiller’in otomobilinden inip binaya girene kadar atacağı altı-yedi adımla katedeceği merdivenlerin üzerine saydım tam 22 polis dizildi.

Bu sayıdan daha fazlası DMC’nin içbahçesindeki çimlerin etrafındaydı. Bir bölümü de binanın dışına mevzilendi. Sivil polisleri ise takdir edersi­niz ki sayamadım.

Başbakan ve adamları bir koruma ordusunun içinde, (bu arada otoyol da trafiğe kapatıldı, işine gücüne gidenler yollarda mahsur kaldı, vs.) gel­diler ve aynı koruma ordusuyla bina­ya girdiler.

Başbakan, iki gecedir televizyonlarda terörü nasıl önlediğini, şimdi de bu sayede ekonomiye eğilebileceğini anlatıp durdu.

DMC çalışanları arasında da be­nim tanıyabildiğim kadarıyla hiç terö­rist kılıklı birisi yok.

Biz bu binada çalışan gazeteciler genellikle silah olarak kalem kullanırız. Onun da öldürücü ya da yara­layıcı bir etkisi olmadığını artık her­kes biliyor.

Peki Başbakanın, terörün bitiril­diğini bizzat kendisinin söylediği bir ülkede, içinde tamamen silahsız zavallı gazetecilerin bulunduğu bir bi­nada bu kadar sıkı korunmasının anlamı ne?

Ya Başbakan’ın terör ile ilgili ola­rak söyledikleri doğru değil, ya gazeteciler gözünü kan bürümüş alçaklar, ya da Başbakan’ın ve İstan­bul’un emniyetinden sorumlu olan insanlar işlerini fazla abartıyorlar.

Benim Tansu Hanıma tavsiyem bu kadar korkuyorsa evinde otur­ması. Nasıl olsa çağırdığı zaman kapısına koşturan gazetecilerden bu ülkede çokça var. Hatta tele­fonla arayıp istediklerini dikte ettireceği gazete yöneticileri bile bula­bilir.

Böylece hiç olmazsa yollar kapan­maz ve on gün sonra seçimde oy ve­recek vatandaşlar sefil olmazlar.