Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

100 de yetmez, 500 tane de..

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu önceki gece Çankaya Köşkü’ndeki bir davetteki sohbet sırasında gazetecilere MGK’nın sivil üye sayısının artırılması fikrinin ilk kez kendileri tarafından ifade edildiğini söyledi.

Sonra da “Ben 34 kere MGK toplantısına katıldım, hiç oylamaya başvurulduğunu görmedim. Sunuşlar yapılır, görüşler söylenir, sonra cumhurbaşkanı toparlama yapar, karar alınır. Sivil sayısı artsın tabii, isterse 100 olsun” dedi.
Bu sözleri herkesin kendi siyasi görüşüne göre iki değişik şekilde okuması mümkün. Bunu askerin MGK’nın demokratikleştirilmesi girişimine karşı olmadığı şeklinde de okuyabilirsiniz, tam tersine “sivil sayısı isterse 100 olsun, biz yine bildiğimiz kararı aldırtırız” şeklinde de okuyabilirsiniz. Ve ilginçtir ki her ikisi de Türkiye’nin gerçekleriyle pek çelişmez.
Milli Güvenlik Kurulu, anayasal düzenimizdeki bugünkü yerini 1982 Anayasası ile aldı. 1982 Anayasası’nın demokratik bir tartışma ortamında şekillenmediğini, o gün iktidarı elinde tutan askeri yönetim tarafından dikte edildiğini tartışmaya bile gerek yok. Bu nedenle bir anayasal kurum da olsa MGK’ya anayasa ve ilgili yasa tarafından yüklenen görevlerin, demokratik parlamenter sistemle yönetilen bir ülkede, sivil otoritenin ilgi alanına girmesi gereken konuları da kapsaması kaçınılmaz.
Nitekim İsmet Berkan daha önce yazdığı birçok yazıda MGK’nın hiç aklımıza gelmeyen ve ülke güvenliğini doğrudan ilgilendirmeyen birçok küçük konuda da kararlar alabildiğini ortaya koymuştu.
Öte yandan MGK, askeri yönetim tarafından yapılan bir anayasa ile kurulmuş olsa da günümüze dek faaliyetini daha çok ‘demokratik seçimlerle iş başına gelmiş iktidarlar’ döneminde gerçekleştirdi. Anayasa “MGK kararları Bakanlar Kurulu tarafından öncelikle dikkate alınır” dese de bu anayasa emri sivil otorite tarafından ‘öncelikle yerine getirilir’ şeklinde algılandı ve işler böyle yürüdü.
Hükümetler kendi görev alanlarına giren bazı hassas konularda sorumluluğu MGK’ya yıkmakta bir sakınca görmediler ve çoğu zaman hayali bir ‘askerin isteği’ kavramının ardına saklanıp MGK’yı neredeyse hükümet ve parlamentonun da üstünde bir konuma yerleştirdiler. Bunun biraz insafsız ve ağır bir yorum olduğunu düşünebilirsiniz. Ama gerçek budur. MGK’nın varlığı hükümetleri siyasi sorumluluk almanın gerektirdiği bazı hallerde rahatlattı ve siyasi sorumluluğu MGK’ya dolayısıyla askere atma kolaylığı sağladı. Sorun MGK’nın varlığından çok, demokrasiyi tüm kurum ve kurallarıyla benimsemiş hükümetlerin işbaşında olmamasından ve gerektiğinde siyasi sorumluluk almaktan kaçınmalarından doğuyor.
Anayasal olarak askeri otorite Türkiye’de başbakana karşı sorumlu. ‘Başkomutanlık’, Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyetin kuruluşu sırasında oluşan geleneğin bir devamı olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin manevi varlığının ayrılmaz bir parçası sayılıyor ve cumhurbaşkanı tarafından temsil ediliyor. Bakanlar Kurulu, milli güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetler’in hazırlanmasından TBMM’ye karşı sorumlu. Anayasa, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde askeri otoriteyi sivil otoriteye bağlıyor ve parlamenter sistemin bir gereği olarak onu da parlamentoya karşı sorumlu tutuyor.
Şimdi tekrar başa dönelim. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma, İçişleri, Dışişleri bakanları ve kuvvet komutanları tarafından oluşturulan bir kurul, kararlarını
oylama yapmadan, yapılan sunumlara göre oluşturulan konsensusla alıyorsa ve buna rağmen MGK kararları ‘askerin görüşü’ olarak algılanıyorsa üç ihtimal var: 1 – Siviller iyi hazırlanmadan MGK toplantısına geliyorlar ve daha hazırlıklı olan askerler onları ikna ediyor, 2 – Siviller de askerler gibi düşünüyor, dolayısıyla kimsenin kimseyi ikna etmesi gerekmiyor, 3 – Siviller esasen kendilerine bağlı askerleri küstürmemek için, istemedikleri kararların alınmasına ses çıkaramıyorlar.
Bu durumda Genelkurmay Başkanı’na hak vermek gerekiyor. Evet, yüz sivil daha alınsa MGK, MGK’lığından bir şey kaybetmeyecek.