ATİNA- Dün söylediğim gibi yazımı gazeteye geçtiğimde Atina’da hava kararmıştı. Ve size verdiğim sözü tutmak ve Atina gece hayatına dalmak için hemen dışarı çıktım.
Ama bunun zannettiğim kadar kolay olmadığını görmek için de çok beklemem gerekmedi.
Atina’da gece doğal olarak dünyanın her yerinde olduğu gibi ‘akşam yemeği’ ile başlıyor. Bir farkla: Burada ‘akşam yemeği’ gece yarısına çok az bir süre kala yenebiliyor. Lokantalar saat 22.30’dan önce hareketlenmiyor.
Türkiye şartlarına alışkın vücut saatimi Atina şartlarına uydurmak için krakerlerin yardımına başvurmak zorunda kaldım ve 23.30’a kadar Yorgo Kırbaki’nin tavsiye ettiği çeşitli kahveleri içerek oyalandım.
Akşam yemeğini bu kadar geç yiyen insanların sabah saat kaçta kalkıp da işlerine gidebildiklerini de doğrusunu isterseniz merak ettim. Bana bir Yunan atasözü ile yanıt verdiler: “Dünyada iki şey çalışır. Saatler ve enayiler.”
O kadar bilgece söylenmiş bir söz olmadığının da farkındayım. Ancak bunun, dünya kadar AB yardımı alan Yunanistan’ı neden örneğin bir Danimarka düzeyine çıkarmaya yetmediğini anlatan iktisadi bir gerçeğin altını çizdiğini de belirtmeliyim.
Yorgo isteğimize uyarak bizi orta sınıf Yunan vatandaşlarının tercih ettiği bir balık lokantasına götürdü. Atina merkezine bir hayli uzak Piraiki semtinde (Pire’nin bile dışında, Yukarı Pire denilebilir) Anemomilos’a (Yeldeğirmeni anlamına geliyor) geldiğimizde gece yarısına beş on dakika kalmıştı ve lokantanın yarısı daha boştu. Lokanta gece yarısından çok sonra ancak doldu dersem yukarıda anlattığım tablo gözünüzün önünde daha iyi canlanabilir.
Izgara ahtapot, peynirli Girit ekmeği, ızgara peynir, ızgara karides, içi peynirle doldurulup bütün olarak ızgara edilmiş kalamar, ızgara sinarit ve fangriden oluşan yemeğimize Güney Yunanistan’dan gelen yeşil ekşi elma bukleli bir beyaz şarap eşlik etti. Söylemesi ayıp bu kadar şey için Boğaz’ın en sıradan balık lokantasında ödeyeceğimizin üçte birini bile ödememiz de gerekmedi.
Burada dışarda yemek yemek gerçekten çok ucuz. Bu nedenle Atinalılar haftada en az iki akşamı dışarda geçiriyorlarmış. Bizim Osmanlı mutfağımız kadar zengin olmayan Yunan mutfağı sanıyorum biraz da bu özelliği nedeniyle giderek gelişiyor.
Yemeğimizi Türk kahvesi ile bitirdik. Bu gerçekten önemli bir ayrıntı. Daha önce Atina’ya geldiğimde Türk kahvesi isteyince garsonlar ‘Yunan kahvesi’ diye düzeltme ihtiyacını hissediyorlardı. Demek ki iki ülke arasında esen barış havası, kahve kompleksini de başka birçok küçük ayrıntı gibi silip süpürmüş..
Yemekten gece 2’de kalktık ve yine orta sınıf Yunanlıların gittiği bir ‘buzuki’ye gittik.
Burası bizim gazinolara benzeyen bir yerdi. Küçük bir sahne, oynak havalar çalan bir orkestra, beş altı tane de kadınlı erkekli şarkıcı. Bizde zannedildiği gibi artık kimse eğlenirken tabak kırmıyor. Onun yerini sapları dibinden kesilmiş karanfillerin yer aldığı strafor tabaklar var. Tabakları bir kenara ayırıp, içindeki çiçekleri sahnede şarkı söyleyen şarkıcıların ya da yan masaların üzerinde göbek atan kadınların üzerine atıyorsunuz. Kimse de ‘Vay benim karıma sen nasıl çiçek atarsın’ diye kafanıza şişe vurmuyor.
Masanın üzerinde göbek atmak gerçekten bir maharet işi, çünkü masa dediğimiz şey aslında genişçe bir sehpa büyüklüğünde. Ve doğrusunu isterseniz masanın üzerinde göbek atmakta olan mini etekli bir genç kadının ne kadar tombul olursa olsun (Burada da bizde olduğu gibi kadınların gerçek bir kilo problemi var) bu kadar ‘charmy’ olabileceğini hayal dahi edemezsiniz.
Yunan eğlence hayatı ile ilgili gözlemlerimi yarına bırakıyorum. Bugün bana ayrılan yeri çoktan doldurdum çünkü..