Adli yıl, hep olduğu gibi Yargıtay Başkanı’nın tüm ülkeye verdiği bir ‘Hukukun temel ilkeleri ve kavramları’ dersiyle başladı.
İlk bakışta benzer konuşmaları her yıl dinlediğimiz halde, bir adım bile ilerleyememiş olduğumuzu düşünebiliriz. Ancak, Yargıtay başkanlarının her yıl verdikleri bu dersin Türkiye’de de bir demokratik hukuk geleneğinin oluşmasında çok önemli katkıları olduğuna inanıyorum.
Bu hukuk derslerinin içeriğinin ve söylemindeki vurguların şiddetinin her yıl biraz daha artmış olması da elbette bir tesadüf değil. Belli ki aradan geçen yıllara rağmen bu konuda somut adımların bir türlü atılamıyor olması, yargıda hayal kırıklıkları da yaratıyor. Bunun sonucu her yıl işittiğimiz sesin volümü biraz daha artıyor, Yargıtay başkanlarının adeta
konuyla ilgili herkesi azarladığı bir tona ulaşıyor.
Yargıtay Başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk’un dünkü konuşmasının en önemli yönlerinden birisi 1982 Anayasası ile ilgili olarak söyledikleridir. 1982 Anayasası’nın özellikleri itibariyle Türk toplumunu demokrasiden ve demokratik hukuk alışkanlığından uzaklaştırdığı bundan önceki yüksek yargı organı temsilcileri tarafından da sıklıkla dile getirilmişti.
Ancak ilk kez bir Yargıtay Başkanı’nın ağzından ülkede geçerli olan Anayasa’nın “tehditle fesada uğratılmış ferman Anayasası” olarak nitelendiğini işitiyoruz. Anayasa’nın ‘hiçlikle sakat’ olduğunu duyuyoruz.
Yargıtay Başkanı’nın hukuk sistemimize getirdiği en önemli eleştiri de Kıta Avrupası hukuku ile Anglosakson hukukunun kıyaslanmasıyla ortaya çıkıyor.
Dr. Selçuk, ‘hukuk devleti ilkesi’nin, Kara Avrupalı özellikle Fransız ve Alman kökenli, ‘hukukun üstünlüğü ilkesi’nin de Anglosakson kökenli olduğunu belirterek, her iki ilkenin nedenleri ve sonuçlarının farklı olduğunu kaydediyor.
1961 ve 1982 anayasalarında ‘hukuk devleti ilkesi’nden söz edildiğini ifade eden Yargıtay Başkanı, “İşte Türkiye’nin talihsizliği, hukukun üstünlüğünün yeşerdiği ülkeleri değil, hukuk devletinin uç verdiği ülkeleri örnek almasıyla başlıyor. Demokrasimiz tökezledikçe, dünya üstümüze geldikçe kendi konumumuzu Anglosakson demokrasilerine göre değil, ufuk daraltarak Fransız Cumhuriyeti’ne göre değerlendiriyor, ülkemizi aklamaya çalışıyoruz” diyor.
Cumhuriyetin merkezci, demokrasinin ise merkeziciliğe karşı olduğunun altını çizen Yargıtay Başkanı, “Cumhuriyette hukuku devlet üretir. Devleti memurlar yönetir. Demokraside hukuku halk üretir. Devleti hukuk yönetir” diyerek bugünkü hukuki-siyasal krizin kökenlerine işaret ediyor.
Türkiye’nin din-devlet ilişkisi açısından, örnek aldığı Fransa’nın yaşadığı hastalıklardan bir türlü kurtulamamanın sıkıntısını çektiğini, laiklik konusunun Türkiye’nin ‘yumuşak karnı’ olmaya devam ettiğini belirten Dr. Selçuk’un konuşmasının şu bölümünü özellikle okumanızı istiyorum:
“Türkiye Cumhuriyeti, egemenliğin kaynağı açısından laik, devlet örgütlenmesi açısından teokratik, dini yönlendirme açısından laikçi bir devlettir. Laik, teokratik ve laikçi niteliklerinin ağırlıklarını gözettiğimizde, din ve devlet ilişkisi açısından Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimi, demokrasi peçelemesi altında, kimileyin laiklik kırması bir teokrasidir, kimileyin laiklik kırması bir laikçiliktir. Ancak hiçbir zaman tam laik değildir. Güzeli ağlatan, çirkini söyleten kavga da bu yüzden sürmektedir.”
Yargıtay Başkanı’nın bu konuşmasından sonra da çok bir şeyin değişmeyeceğini düşünüp hayal kırıklıklarına uğramayalım. Türkiye, sistemini, hukukunu, Anayasası’nı artık en yetkili ağızlarıyla tartışmaya, düşünmeye başlıyor.
Sadece bunun bile çok büyük bir kazanım olduğunu düşünüyorum.
