Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Beyaz Türkler 'suşi' yiyor

Japonya’ya gittiğimde beni hayrete düşüren şeylerden biri de lokantaların vitrinlerindeki yiyeceklerdi. Birçok lokanta mönüsünde yer alan yemeklerin plastik bir kopyasını yapmış, vitrinine dizmişti.

İçeriye girip de o yemeği söylediğinizde önünüze gelen tabağın vitrindeki plastik yiyeceklerle dolu olduğunu zannedeceğiniz kadar da başarılı bir çalışmaydı yapılan.
Daha sonra bizim Balık Pazarı’na benzeyen bir çarşıda gezerken ‘vitrin dekoru’ yemekleri yapmaya yarayan plastik yiyecek kopyalarının hazır satıldığını da gördüm. Her şey gerçek gibiydi. Karidesler, yengeç bacakları, yılan balığı parçaları, haşlanmış pirinç topakları, tavada kızarmış yumurtalar… Aklınıza gelebilecek her yiyeceğin plastik bir kopyası vardı ve belli ki lokantalar bu malzemeyi kullanarak kendi mönülerindeki yemekleri ‘vitrin için’ hazırlıyorlardı.
Bazı gazeteci arkadaşlarla ilk gece bir lokantada ‘suşi’ yemeğe gittik. Ne istediğimizi bilmeden vitrindeki ‘suşi’leri gösterip yerimize oturduk. Yemeklerin hazırlanmasını beklerken insanın dilini yakacak kadar sıcak sakeleri birbiri ardına yuvarladık. Sake de şişede durduğu gibi durmayan bir içkiymiş. Bunu da o arada öğrendik.
Önüme konulan ahşap sehpadaki ilk suşiyi ısırdığımda irkildim. Baktım tadı yadırgayan sadece ben değilim. Bir an birbirimize baktık ve aynı soruyu sorduk: Vitrindeki plastikleri mi getirdiler yoksa?
Bilmeyenler için anlatmakta yarar var: Suşi siyah bir yosuna sarılmış, içi haşlanmış pirinçle doldurulmuş çeşitli soğuk ve çiğ deniz mahsullerinden oluşan bir yiyecek. Görünümü zeytinyağlı patlıcan dolmasının göbeğine bir parça mesela karides sokuşturulmuş ve enlemesine üç parmak boyunda kesilmiş halini andırıyor. Soya sosuna benzer bir sosa batırılıyor ve elbetteki çubuklarla yeniliyor.
Çatal bıçak kullanmaya başlaması daha bir yüzyılı bile geçmemiş bir ulusun evlatlarının çubuklarla o garip yiyeceği yemeye çalışmalarının bir hayli eğlenceli bir görüntü oluşturduğunu düşünüyorum.
Bu hikâyeyi niye anlatıyorum: Son aylarda ‘beyaz Türkler’ suşiyi keşfettiler. Gerçi içlerinde suşi demeye dili dönmediği için ‘şuşi’ diyenler de var ama olsun. ‘Şarj’a ‘şarz’, ‘şemsiye’ye ‘şemşiye’ diyen insanların ‘suşi’ye ‘şuşi’ demeleri de hor görülmemeli.
İstanbul’da pıtrak gibi suşi lokantaları açılıyor. Evlerine misafir çağıranlar bu lokantalardan suşi getirtip ikram etmeyi misafire verilen değerin ölçüsü olarak algılıyorlar. Çoğunun suşi sofrasından kalktıktan sonra yol üzerinde karın doyurmak için bir dürümcüye uğradığına da eminim. Çünkü bu öyle garip bir yiyecek ki ne kadar yersen ye insana tokluk hissi vermiyor.
Buna karşılık ne kadar aç kalırsanız o kadar da çok para ödüyorsunuz. Şu anda
İstanbul’da suşi yemekten daha pahalı bir başka eylem biçimi bulabilmek de olanaksız. ‘Bu akşam gidip suşi yiyelim’ diyen arkadaşlarınızın o günlerde büyük bir para kazanmış olduklarına bahse girebilirsiniz.
Son günlerde kafamı en çok kurcalayan konulardan biri de bu: Türkler suşi yemekten nasıl bu kadar zevk alabiliyorlar? Haşlanmış ve buz gibi soğumuş bir topak pirinci yutmak onlara nasıl bir tatmin duygusu veriyor? Modernleşmemizin bir başka göstergesi mi? Tat alma duygumuzun giderek daha rafine hale gelmesi mi? Yoksa bunun sebebi sadece en pahalı ve en garip yiyecek olarak şu sıralarda suşiden başka bir şey bulunamıyor olması mı? Korkarım doğru yanıt sonuncusu.