RADİKAL

Brezilya dizisi gibi ülke

Yolculuğa çıkmanın esasen bir tek hedefi olduğu söylenir: Eve dönüş. Diderot da vaktiyle bir mektubunda şöyle yazmış: “Döndüğüm zaman mümkün olan en güzel yolculuğu yapmış olacağım.”

Yolculuk felsefesi ile ilgili okuduğum bazı kitaplardan sonra artık Yahya Kemal’in ünlü deyişinin de Ankara’nın çirkinliğinden şikâyet etmekten çok ‘eve dönüş’ün insanın içinde uyandıracağı güzel duygularla ilgili olduğuna inanıyorum: Ankara’nın en iyi tarafı İstanbul’a dönüşüdür!
İlk gençlik yıllarımdan beri bir yerlere gitmek ben de her zaman dayanılmaz bir arzu olmuştur. Daha sonra şansım yaver gitti ve ‘yolculuk’ aynı zamanda işimin bir parcası oldu.
Bir yanda dünyada sadece özgür insanların yapabileceği gibi ‘amaçsızca’ gezinebiliyor, öte yandan da işimi yapabiliyorum.
Nitekim ‘bu satırların yazarı’ şu anda Türkiye- İsveç maçı için geldiği Hollanda’da küçük bir otel masasındaki portatif bilgisayarının başında bu yazıyı yazıyor.
Öte yandan ‘yolculuktan dönüş’ kısmı bende her zaman bir ‘yenilik’ beklentisine yol açıyor.
Çok küçükken aynı duyguyu tatillerde yatılı okuldan Antalya’ya dönerken hissederdim. Otobüs şehir merkezine doğru ilerlerken bazı şeylerin değişmiş olmasını beklerdim. Çoğunlukla beklentim gerçekleşmezdi ama Antalya çabuk gelişen bir kent olmalıydı ki arada bir, bir binanın yıkıldığını, bir eski portakal bahçesinin içinde inşaata başlandığını, bir yolun asfaltlandığını görür, bu değişimin beni mutlu ettiğini hissederdim. Sanki neredeyse her taşını bildiğim bir kente gelmiyordum da yenilenmiş, bambaşkalaşmış bir yere geliyormuşum gibi..
Son on yıldır (belki daha da fazla) yukarıda da sözünü ettiğim gibi ‘gezmek’ işimin bir parçası oldu. Her seferinde Türkiye’ye ya da İstanbul’a dönerken çocukluğumdaki duyguyla dolu oluyorum: Bakalım bu sefer ne değişmiş?
Ve her defasında karşılaştığımın hayal kırıklığı olduğunu söylemeliyim.
Ülkemiz kimse kusura bakmasın ama tipik bir Brezilya dizisi gibi.. Hep aynı olaylar, aynı yüzler, aynı beklentiler, aynı dalavereler.. Seyretmeye kaç gün ara verirseniz verin yeniden başladığınız anda hiçbir şey kaçırmadığınızı hissediyorsunuz. Arada otuz bölüm de izlememiş olsanız yeniden izlemeye başladığınızda konuya tamamıyla hâkim olduğunuzu fark ediyorsunuz. Kötü bir senaryo yazarı, kötü bir yönetmen ve kötü oyuncular el ele vermiş ve hep aynı hikâyeyi anlatıyorlar sanki.
Son bir ayda bir kere ABD’ye, iki kere de Avrupa Kupası için Belçika ve Hollanda’ya gittim. İlk günlerde internetten gazeteleri takip etmek, gazetedeki arkadaşlarla konuşup olup biteni anlamak gibi bir duygu yaşıyorum ama bunu çabuk atlatıyorum. Çünkü biliyorum ki kaç gün geçerse geçsin hiçbir şey değişmeyecek.
Devlet Bahçeli’nin bugünlerdeki yüz ifadesini, Başbakan Ecevit’in olaylara şaşırmış halini, Mesut Yılmaz’ın hiçbir şeye pabuç bırakmaz çok bilmiş havasını, Tansu Çiller’in pişkin gülümsemesini o kadar çok gördüm ki bugünlerde onları bir kere daha görmüyor olmam hiçbir anlam ifade etmiyor. Hiçbir şeyi kaçırmış olmuyorum. Evet, senaryo gereği konuşulan konu değişiyor gibi oluyor ama sonuç hep aynı. Zaman zaman Türkiye’ye uğramadan bir beş yıl geçirsem yine de bir şey kaybetmeyeceğim duygusu uyanıyor hep içimde.
Ama yine de insan dönmeden edemiyor. Sonunda karşılaşacağım şeyin hep aynı şey olacağını bildiğim halde dönerken heyecanlanıyorum: Acaba bu arada bir şeyler değişmiş olabilir mi diye.. Olabilir mi dersiniz? Yoksa bu beklenti Türkiye’nin tabiatına tamamen aykırı mı?