Onu ilk gördüğümde bir teröristle karşı karşıya olduğumu düşünmüştüm. Saçı sakalı birbirine karışmıştı. Dağ güneşi yanığı yüzünde sert bir ifade vardı. Varlıklarından hiç haberim olmayan dağların, tepelerin, çayların, derelerin, kanyonların isimlerini bir makineli tüfek gibi sıralıyordu.
Bütün bir kışı Hemşin yaylalarında geçirdiğini anlatıyordu. “Kaçkar’dan Verçenik’e yürüdüm” derken, sanki Bebek’ten Akıntıburnu’na yürümüş gibi konuşuyordu.
O yıllarda Hürriyet Grubu’nda başka birkaç dergiyle birlikte Playmen Dergisi’ni de yönetiyordum. Erkek dergisi denen şey dünyanın her yerinde birbirinin aynıydı. Güzel kızlar, erotik öyküler, fanteziler, okuyucu mektupları vs.
Bu yüzden ben hep aynı dergiyi yayımlıyormuş gibi bir duygu içindeydim. Bir yenilik arıyordum.
Bulduğum şey insanların yapmayı akıllarından bile geçirmedikleri konularda foto röportajlar yayımlamaktı. Okuyucu her ay sıcak odasında koltuğunda otururken yeni bir macera yaşayacaktı.
Bizden çok sonra dünyanın diğer erkek dergilerinde de benzer röportajlar yayımlanmaya başladı.
Cemal Gülas’ı işte o röportajları yapacak “maceraperestler” ararken tanıdım.
İnsan ayağı değmemiş yerlerde çektiği fotoğrafları, insanın iliğine işleyen soğuğu anlatan röportajlarını o zaman okudum.
Ama o derginin çapı ona çok dar geliyordu. Atlas Dergisi’nin çıkışı ile Cemal kendine en uygun olan yeri de buldu. Her ay Atlas’ın sayfalarında Cemal ve arkadaşlarının “keşiflerini” zevkle izledim.
Beni yıllar öncesine götüren şey Cemal Gülas’ın “Bulutların Ülkesi” isimli ilk kitabı oldu. “Alcatel”in sponsorluğunda yayımlanan kitabı doğa severlerin kitapçılarda bulup bulamayacaklarını bilmiyorum. Umarım kitap yalnızca eşe dosta verilen bir değerli armağandan öteye gider ve kitapçı raflarına da çıkar.
Cemal kitaba yazdığı önsözde şöyle diyor: “Neydi ruhumuzu taşlaştıran? Neydi umudumuzu bizden uzak tutan? Neydi sevdamızı gölgeleyen?
Bana göre hızlanan oyunun kurallarıydı. Hız arttıkça görüş sıfıra düşüyordu. Bir zaman sonra hayat düz bir çizgiden ibaret oluyordu. İnsan ruhuna hitap eden her şey o çizginin içinde kaybolup gidiyordu. O zaman hayat yavaşlatılmalıydı. Zamana hükmedemediğimize göre, biz zaman içinde kat ettiğimiz mesafeyi azaltabilir ve detayları görebilirdik. Ben bu yavaşlatmayı en güzel yüksek dağlarda, sisli ormanlarda ve ıssız çayırlarda yapabiliyordum.
Medusa’nın gözlerinin yavaş yavaş bu doğa parçasının içinde de bizlere ulaştığını hissettiğim gün, buralara bozulmadan sahip çıkma telaşına kapıldım. Farkında olmadan bölgeye tüm ilgiyi ben sağlamıştım. Birçok dağcı benim sayemde bölgeyi keşfetmiş, ülkemizdeki yazılı ve görsel basın ilk defa babamın, sonra da benim fotoğraflarımdan bölgeyi tanımaya başlamıştı. Artan talep düzensiz yapılaşmayı peşinden getirmiş, bir çok yaylaya araba yolları açılmış, Ayder tarafı günübirlik piknikçilerin işgaline uğramış, dağlarda, göllerde ve derelerde düzensiz avlanma sorun olmaya başlamış, kısacası ‘Bulutların Ülkesi’nin bir bölümü yine onu sevenlerin ihanetine uğramıştı.”
Bulutların Ülkesi, Cemal’in bütün bu keşif gezilerinde çektiği muhteşem fotoğraflardan oluşuyor.
Gelecek kuşaklara bugünkü Türkiye’nin doğal güzelliklerini bırakıyor. Türkiye’nin yalnızca Tansu Çiller ve Necmettin Erbakan’dan ibaret olmadığını, Cemal gibilerinin de bu ülke topraklarında yetişebildiğini gösteriyor.
Orta ve yeni çağın kâşifler kuşağında iz bırakan bir Türk hiç olmadı. Cemal ve arkadaşları günümüzün kâşifleri olarak Türkiye’nin eksik bir yönünü tamamlıyorlar.