Beni tanıyanlar bilirler, çevremde öyle çok hoş sohbet olarak tanınan birisi değilim. En kıskandığım insanlar bir yemek masasında ya da bir barın kenarında tünerken herkesin ilgisini çekecek bir şeyler anlatanlardır. Ben bunu hiç başaramam.
Hatta bir zamanlar kısa bir süre aynı işyerinde çalıştığım bir gazeteci arkadaş, bir dergideki dedikodu köşesinde “çok konuşmadığı için patronlar onu bir şeyler biliyor zannediyorlar. Basın dünyasında ilgi görmesinin esas sebebi budur” diye bir yazı da yazmıştı. (Haklı olabilirdi, o zamanlar sadece 20 dergi ve ancak bir gazete yayımlayabilmiştim.)
Geçen gün uçakta bir kabin görevlisi okuyucum ile karşılaştım. Bana hayat üzerine yazdığım yazılarımı daha çok beğendiğini söyledi. Böyle durumlarda hep olduğu gibi kekeleyerek ancak teşekkür edebildim. Oysa şöyle derinlikli bir konuşma yapıp, okuyucumu ‘yazdığından da iyi konuşuyormuş’ diye etkilemeyi ne kadar isterdim, bilemezsiniz.
Böyle durumlarda aklıma hep Patrick Süskind’in ‘Derinlik Baskısı’ isimli öyküsü geliyor. (Bu öyküyü Can Yayınları’nın Üçbuçuk Öykü adıyla yayımladığı kitapta bulabilirsiniz. Çeviren: İlknur Özdemir.)
Öykü Stuttgart’lı genç hanım ressamın açtığı bir resim sergisinde bir eleştirmenin kendisine söylediği, “Yaptıklarınız yeteneğinizi gösteriyor, hoşa da gidiyor, ancak henüz yeterli derinliği yok” sözleriyle başlıyor.
Genç ressam eleştirmenin ne demek istediğini anlamıyor ve kısa süre sonra da unutup gidiyor. Ancak aynı eleştirinin iki gün sonra gazetede de yayımlanması genç kadını konu üzerinde düşünmeye zorluyor. Bütün resimlerini yeniden gözden geçiriyor ve yine bir şey anlamıyor.
Gazetede eleştirinin yayımlandığı günün akşamı bir davette konukların kendisine sezdirmemeye çalışarak arkasından ‘yetenekli bir ressam ama yeterli derinliği yok ki azizim’ şeklinde konuştuklarını duyuyor.
O andan itibaren ‘derinliği olmayan resimler yapıyor olması’ hayatının merkezine gelip oturuyor. O andan itibaren eline bir daha fırçayı alamıyor. Kendisini her geçen gün sarıp sarmalayan bir derinlik baskısının altında sadece resimden değil, hayattan ve insanlardan da uzaklaşmaya başlıyor. Depresyon o boyutlara varıyor ki sonunda bir kuleye çıkıp atlayarak intihar ediyor.
Gazetede ölüm haberinin yanına konan yazı da tesadüfe bakın ki öykünün başındaki eleştirmenden başkasına ait değildir. Ölmüş bir sanatçıyı anma yazısı şöyle sona ermektedir: “Sanatçının ilk başlardaki, henüz oldukça basit olan çalışmalarında bile, kafasındakine uygun düşen, başına buyruk karıştırma tekniğinde kendini belli eden o ürpertici dengesizlik; yaratının içe dönerek, burgaç gibi kıvrılarak, aynı zamanda boşuna bir çabayla kendi benliğine yaslandığı görülmekte değil midir? Uğursuzca hatta neredeyse acımasızca derinliğe doğru zorlandığı belli olmamakta mıdır?”
Süskind’in öyküsünü dün bir daha okurken bu kez aklıma Barış Manço’nun ardından yazılanlar geldi. Hayattayken kendisinden esirgenen övgülerin büyük bir antolojiyi doldurmaya yeteceğini görse, bir sanatçı olarak acaba daha erken ölmek ister miydi diye düşündüm. Siz ne dersiniz?