Bir musibetin bin nasihattan daha iyi olduğunun en iyi örneklerinden birisi de Susurluk kazası oldu. Üç kişinin hayatını yitirdiği bir talihsizlik, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği için birçok hayırların doğmasına vesile oldu.
Devlet içinde yasadışı bir çete oluşumunun varlığı tartışmaya yer bırakmayacak şekilde ortaya çıktı. Bu çetenin uzantılarının devlet içinden temizlenmesi girişimlerine yol açıldı.
Dürüst bir bürokrat olduğunda herkesin hemfikir olduğu Kutlu Savaş’ın başkanlığında hazırlanan raporun kamuoyuna açıklanması konusu da, öyle görünüyor ki, bir başka önemli konunun da aydınlığa kavuşmasını sağlayacak.
Konu, “devlet sırrı” kavramının kapsamının ve içeriğinin ne olduğu, demokratik bir ülkede ne olması gerektiği ile ilgili.
Prof. Dr. Çetin Özek’in bu konuda yazdığı makaleyi bugün Radikal’in 9. sayfasında bulacaksınız.
Özek’in yazısında açıkça belirttiği husus şu: Demokratik bir düzende siyasal güç, vatandaşlarından bilgi saklayamaz!
İsveç ve diğer İskandinav ülkelerinde bireyin “bilgilenme hakkı” anayasal bir hak olarak kabul ediliyor. Hem de taa 1766’dan bu yana. Amerika Birleşik Devletleri, İtalya, Fransa ve Yunanistan’da “bireysel bilgilenme hakkı” yasa ile güvence altında.
Devlet sırrının ne olduğu, hangi durumlarda bilginin saklanabileceği ise yasalarca tarif ediliyor. Demokratik ülkelerin tümünde devlet sırrı ile savunma güvencesi arasında “sıkı bir ilişki” aranıyor. Devlet sırrı kavramı “sansür niteliğinde” haber verme hakkının sınırlandırılmasında kullanılamıyor. Ve şimdi dikkat, Almanya gibi kamu otoritesinin daha güçlü olduğu ülkelerde bile “hukuka aykırı eylemler” sır sayılamıyor.
Susurluk’un ortaya çıkardığı karanlık ilişkiler ağının ortaya koyduğu bir tek gerçek var. Bazı devlet görevlileri, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve yasalarının kendilerine çizdiği sınırların dışına çıkmış durumdalar. Terör örgütüne yardım ediyor gerekçesiyle bazı Türk vatandaşlarının öldürülmeleri de dahil olmak üzere yasaların açıkça suç olarak tarif ettiği eylemleri, bir çete örgütlenmesi içinde gerçekleştirmiş bulunuyorlar.
Demek ki Başbakan Mesut Yılmaz’ın bazı suçları “devlet sırrı” gerekçesinin ardına saklanarak açıklamaktan kaçınmasının “hukuki” bir temeli yok. Hatta bu, sürmekte olan yargılamalar nedeniyle mahkemelerden bilgi saklanması anlamına da geleceği için, yasalarımız önünde açıkça suç da teşkil ediyor.
Öte yandan, yine Prof. Dr. Özek’in yazısından anlıyoruz ki, demokratik bir ülkede neyin sır olduğuna karar verebilecek makam yasa ile belirlenmiş olmalı. Birçok Avrupa ülkesinde bu konuda oluşturulmuş yasal süreçler var, Türkiye’de benzeri düzenlemelerin yapılmamış olması, bu yetkinin Başbakan ya da Milli Güvenlik Kurulu tarafından kullanılabileceği anlamına gelmiyor.
Bizim hukuk sistemimizin ruhu, buna karar verecek kişinin Başbakan değil, bağımsız yargı olması gerektiğini işaret ediyor. Bu durumda da Başbakan’ın yapması gereken şey “sakıncalı” bilgileri gizlemek değil, bunları “yargıya teslim etmek” olmalıdır. Yargı, kendi süreci içinde hangi bilgilerin yayımlanmasının sakıncalı olduğuna karar verebilir ve bunu uygulayabilir. Yasalarımızda yargıya bu yetki açıkça veriliyor.
Mesut Yılmaz risk alabilen atılgan bir politikacı değil. Bu nedenle kendisini eleştirmiyorum. Ama onun böyle olması, bazı bilgileri halktan ve yargıdan saklama hakkını da kendisine vermiyor.
Yılmaz, kamuoyuna açıklamakta sakıncalı bulduğu bilgiler de dahil olmak üzere, raporun tümünü vakit geçirmeksizin Türk adaletine vermek zorundadır.
