Son 10 yılda yaşadıklarımız gözümün önünden bir film şeridi gibi geçiyor. Film dediysem kahramanların dakikalar boyu birbirlerine hiçbir şey söylemeden bakıştıkları bir Yeşilçam filminden söz etmiyorum elbette.
Benim diyen Hollywood yapımlarının pabucunu dama atacak bir gerilim ve aksiyon filmi sanki gördüklerimiz.
Naklen yayımlanan savaşlar, her dakikasını izlediğimiz devrimler, her gün bir yenisinin kurulduğuna tanık olduğumuz devletler, her ay yeniden basılmak zorunda kalınan Dünya atlası…
1989’da Çavuşesku’yu deviren halk ihtilalinin ardından Almanya’nın birleşmesine, Yugoslavya’nın dağılmasına, Sovyet cumhuriyetlerinin birer birer bağımsızlıklarını ilan edişlerine, Körfez Savaşı’na, Bosna, Ruanda ve Kosova’da etnik temizliğe tanıklık ettik.
Bütün bu değişim sürecine bakıyorum da Urallar’ın batısında yaşananlarla, doğusunda meydana gelenler arasında çok temel bir fark olduğunu görüyorum. Bu aynı zamanda Batılı toplum olmakla, Doğulu toplum olmak arasındaki temel bir farka da işaret ediyor.
Son 10 yılda eski Varşova Paktı ülkelerinde meydana gelen değişimi gözle görmek, elle tutabilmek mümkün.
Polonya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan demokratikleşme süreçlerini çoktan tamamladılar. Çekoslovakya’dan iki demokratik cumhuriyet çıktı. Gerçi Slovakya’nın demokratikleşme yolunda daha birkaç fırın ekmek yemesi gerekiyor, ama artık geri dönülmez bir sürecin başladığını da kimse tartışmıyor. Ukrayna ve eski Yugoslav cumhuriyetleri Slovenya, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Makedonya da aynı yolda ilerliyor. Bunların birçoğunun Türkiye’den önce Avrupa Birliği’ne girdiklerini de yakında göreceğiz.
Urallar’ın batısında demokratikleşmeye ayak direyen son diktatör de önceki gün televizyonlardan naklen yayımlanan bir devrimle yerle bir oldu. ‘Batının doğusu’ diye niteleyebileceğimiz Sırbistan da demokratikleşme isteklerine boyun eğdi.
Oysa Urallar’ın doğusunda ve Kafkaslar’da sanki saatler durmuş, zaman hiç ilerlemiyor gibi. Azerbaycan’da gerçekten demokratik bir seçim yapılabileceği inancı hâlâ ham bir hayalden ibaret. Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan, Ermenistan, Gürcistan için demokrasi rüyasını görmek bile mümkün değil.
Miloşeviç’in benzerleri, seçim iptal etmek, muhalifleri seçime sokmamak, anayasayı değiştirerek kendisini ömür boyu devlet başkanı ilan etmek gibi binbir türlü yolla değişime ayak diriyor, halklarını bir demir yumrukla idare edebiliyor.
Ve Irak… Uluslararası toplumdan tecrit edilmişlik, diktatörün kişisel hırsının da etkisiyle azan milliyetçilik, yıllar süren ve halkı perişan eden ambargo açısından Sırbistan’a ne kadar da benziyor.
Buna rağmen Saddam’ın kaderi Miloşeviç’inkine hâlâ neden benzemiyor dersiniz?
Demokrasiyi adeta her hücresiyle hisseden Batı halklarının diktatörlere nasıl direndiklerini, onları nasıl ezip geçtiklerini görüyorum da, bunun Urallar’ın doğusunda gerçekleşememesi Doğu halklarının kaderi mi diye düşünmeden edemiyorum. Yoksa aslında bu bir kader değil de Doğu halklarının liderlerini bir baba yerine koyma geleneklerinin sonucu mu?