RADİKAL

Hasan orta yaşlı, ben gencim!

Hasan Cemal’in ‘Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım’ adını verdiği kitabı, okuma özürlü toplumumuzda satış rekorlarını zorlama başarısını gösterdi.

Ben Hasan Cemal’e ‘kendisini yazdığı için kızmayanlardan’ım. (Hasan Cemal’e kızan birisinin ne dediğini merak ediyorsanız bugünkü Radikal 2’de Tuğrul Eryılmaz’ın yazısını okumanızı öneriyorum.)
Bizim toplumumuzda pek rastlanmayan bir açık yüreklilik ve cesaretle kendisiyle ve geçmişiyle hesaplaşmasını takdir ediyorum.
Ancak, kitap, yalnızca bir ‘orta yaşlı’ gazetecinin iç hesaplaşmasından çok daha ötede bir değer taşıyor. Türkiye’de toplumsal muhalefetin tarihinin en önemli dönemlerinden birisine tanıklık ediyor. Birçok kişi için birçok bilinmeyenle dolu bir dönemi gözler önüne seriyor.
Hasan Cemal kitabını yazarken ilginç bir üslup denemesi de yapıyor. Olaylar, ‘genç Hasan Cemal’ ile ‘orta yaşlı Hasan Cemal’in karşılıklı konuşmalarıyla anlatılıyor.
İsmet Berkan kitap yayımlandığından beri şu soruyu sorup duruyor:
55 yaşındaki Hasan Cemal orta yaşlıysa, 45 yaşındaki bir insan genç mi sayılmalı?
45’ime gelmeme üç sene kaldığı için sorusuna her zaman kesin bir yanıt veriyorum: Evet, 45 yaşındaki insan genç bir insandır! İsmet’in soruları bitmek bilmiyor tabii ki: Peki o zaman 30 yaşındaki insanlara çocuk mu demeliyiz? Onlar çocuksa 20 yaşlarındakiler ve daha küçükleri ne oluyor, bebek mi?
İsmet Berkan’ı aramızda ‘her şeyi bilen adam’ olarak tanımlıyoruz. Dolayısıyla onunla herhangi bir konuda polemiğe girmek öyle her babayiğidin harcı değil. Onun için (bunu yazdığım için de Hasan bana kızmasın artık) Hasan Cemal’in 55’inde bir ‘yaşlı’, benim de 42’sini tamamlamış bir ‘orta yaşlı’ olduğumu kabul edip tartışmayı kesiyorum.
Laf aramızda cuma gecesi aslında ne kadar yaşlandığımı bir kez daha hatırlama fırsatını da buldum. Hastaneden eve getirildiğinde iki günlük bir bebek olarak kucağıma alıp, yanaklarını sıkıştırdığım kuzinim Tülay’ın nişanı vardı. Gecenin birine doğru onlardan ve uzun süredir görmediğim akrabalarımdan ayrıldığımda çocukluğumun bir dönemini geçirdiğim Ankara’da otomobille geçmişin izlerini aramaya çıktım.
Maltepe’nin Işık ve Tuncer sokaklarında arabayı park edip biraz yürüdüm.
Bir lastik topun peşinde koşturduğumuz ve bize büyük bir futbol sahası gibi gelen ‘göbek’in ne kadar küçük olduğunu fark ettim. Sokaklar buz tuttuğunda çantalarımızın üzerinde eve kadar kaydığımız ‘tepe’nin yerinde yeller esiyordu. ‘Yeşil köşk’ün yerine Ankara’nın boz apartmanlarından biri dikilmişti. Şimdi o sokaklarda çocukların nerelerde oynadığını merak ettim. Karşıdan karşıya geçmeye korktuğumuz Turgut Reis’in, Akdeniz’in ne kadar dar sokaklar olduklarını fark ettim.
Galiba çocuk olmakla büyük olmanın ya da genç olmakla yaşlı olmanın farkı burada.
O yıllarda proporsiyonel olarak elbette çevremize göre daha küçüktük. Ama çevreyi fiziksel bir varlık olarak algılamıyorduk. Etrafımızdaki ‘şey’lerin büyüklüğü yalnızca hayallerimiz ile ilgiliydi. Ali Amca’nın üç katlı evinin bahçesindeki ‘dev’ pisipisileri ‘balta girmemiş orman’ gibi görür, orada tarzancılık oynardık. Aslında ne pisipisiler ‘dev’di ne de Ankara’nın göbeğinde balta girmemiş ormanlar vardı. Çocuk ruhumuz ve hayallerimiz, çevreyi nasıl görmemizi istiyorsak öyle algılamamızı sağlıyordu.
Galiba bir insanı yaşlı ya da genç yapan en önemli şey hâlâ bu.
Yaşı ne olursa olsun hayallerinden vazgeçmiyorsa, yılların bir tokat gibi suratına çarptığı gerçeklere karşı içinde yine de bir umut besleyebiliyorsa o insan gençtir diye düşünüyorum. Tıpkı bir şarkıdaki gibi: Hey yıllar yenilmedim size, hatalarım bile aynı / Hep aynı sevgiye hasretim, duygularım hep aynı..
Fenerbahçe-Trabzonspor maçına gitmek için gazeteden çıkarken İsmet’e “Sen ne dersen de ben yine de gencim” dedim.