Herman Hesse’den bir ‘özdeyiş’ aktarıyorum: “Kendi adına en ufak bir ahlak yasasını çiğnemekten kaçınan insan, içinde yaşadığı toplum ve ahlak söz konusu oldu mu, her şeyi yapmakta, en yasak, en korkunç eylemlere bile kalkışmakta özgür hisseder kendini; başka zaman kötü diye bilinen tüm içgüdüsel davranışlar bu durumda görev ve kahramanlığa dönüşür.”
Herkes biliyor ki bugün Türkiye’nin ‘işkence’ diye bir sorunu varsa, bu esasen tek tek polislerin ‘kötü niyetli sadistler’ olmasından kaynaklanmıyor. Elbette içlerinde böyleleri de olabilir. Ama bütün bir polis teşkilatının sadistlerden oluştuğunu iddia etmek doğru değil ve büyük haksızlık. 
Sıradan, normal bir polis için önemli olan şey ‘suçlu’yu yakalamaktır. ‘Suçlu’ onun gözünde vatan hainidir, toplum düşmanıdır, mutlaka cezalandırılması gereken kişidir.
Bizdeki gibi yargılama öncesi soruşturmanın objektif kıstaslarla yürütülemediği, yargılamada poliste alınan ifadenin önemli bir delil olarak kabul edildiği ülkelerde polis, ‘suçlu’ olarak kabul ettiği kişiyi mahkûm ettirebilmek için her şeyi yapmakta kendini özgür hisseder. ‘Suçlu’yu konuşturmak için her türlü yolu kullanmakta bir sakınca görmez. 
Bu sadece bizim polisimiz için değil, dünyanın her yerindeki polisler için bir ‘davranış biçimi’dir.
Bu bilindiği için de dünyanın medeni ülkelerinde soruşturmanın yürütülmesi, zanlının kötü muameleye maruz kalmaması, aksi bir yargı kararı olmadıkça herkesin masum kabul edilmesi sıkı kurallara bağlanmıştır. 
Türkiye’nin ciddi bir ‘işkence’ sorunu olduğunu artık kabul etmeyen yok. Cumhurbaşkanımız bile işkencenin, sistematik bir soruşturma yöntemi olarak kullanılmadığını söylese de varlığını kabul ediyor. O kabul etmese de zaten durum bu: Türkiye’de işkence yaygın bir uygulama, işkenceyle alınan ifadelere dayanılarak insanlar mahkûm edilebiliyorlar vs. 
Bunun sadece polisin eğitimi ile ilgili bir sorun olmadığını düşünüyorum. Çünkü polis yukarıda da açıklamaya çalıştığım gibi bunu bir ‘hak’ olarak görüyor.
Bu durumda yapılması gereken şey devlet aygıtının işkenceyi ve işkenceciyi en ağır şekilde, başkalarına da örnek olacak şekilde cezalandırmasından geçiyor. 
Avrupa Birliği’ne üyelik için çırpınan, işkencenin sistematik bir uygulama olmadığını savunan bir devletin bu tezini eylemleriyle de desteklemesi gerekiyor.
Oysa durum tam tersi: İşkence altında alınan ifadelerle mahkûm olanlar hâlâ hapishanelerde yatıyorlar ve devlet işkence yapanları cezalandırmakta gönülsüz davranıyor. 
Bunu sağlayan en önemli hukuki çerçeve ise Memurin Muhakematı Kanunu’nca sağlanıyor. 86 yıllık bir geçmişi olan bu yasanın getirdiği yargılama zorlukları çoğu zaman işkence suçlularının mahkeme karşısına bile çıkartılamaması sonucunu yaratıyor. 
Adalet Bakanı yasa için ‘devrim niteliğinde’ dedi, ancak gerçekler Bakan’ın söylediği gibi değil. Yasaya göre, eğer amiri izin vermezse bir memurun yargılanması mümkün değil. İki ANAP’lının ‘işkence yapanlar izne gerek olmadan yargı önüne çıksın’ hükmü de TBMM’de kabul edilmedi. Mahkeme kararlarına uymayan kamu görevlilerinin derhal yargı önüne çıkarılması önergesi de aynı akıbete uğradı. 
Bu duruma bakınca bu hükümetin işkenceye gerçekten karşı olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu hukuki çerçeve ile işkenceyi önleyebilir miyiz? İşkencecilerin yargılanması için böyle hukuki bir engel yaratılması, işkencenin devlet tarafından da benimsenen sistematik bir uygulama haline geldiğini göstermez mi? 
