Gözümüzü televizyondan ayırmayan bir ulus haline geldiğimiz için etrafımızda olan biten her şeyi de Amerikan dizilerindeki ve filmlerindeki gibi zannediyoruz.
Örneğin CMUK çıktığında, polisin, bir tutuklama yapacağı zaman sanığa şöyle demesini bekliyorduk: “Hiçbir şey söylememe hakkına sahipsin.
Söylediklerin aleyhinde delil olarak kullanılabilir.”
Polisin bunları söylemediğini, hatta tam tersine bizzat emniyet müdürlerinin bile ‘sohbet’ adı altında hazırlık soruşturmaları yürütebileceğini, çete olayı ortaya çıkmasaydı öğrenemeyecektik.
Susurluk Kazası’ndan sonra ortaya çıkan ‘çete gerçeğini’ soruşturmak için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir Araştırma Komisyonu kurulduğunu duyunca da hep birlikte rahatlamıştık.
Komisyonun olaya adı karışan herkesi çağırıp sorgulayacağını ve gerçeği ortaya çıkaracağını umuyorduk.
Çünkü Amerikan filmlerinde öyle oluyordu.
Senato Komisyonu’nun çağırdığı herkes yanına avukatını da alıp koşa koşa “Capitol”e geliyor ve korku içinde titreyerek sorulan her şeyi yanıtlamak zorunda kalıyordu.
Filmlerde, sağ ellerini havaya kaldırıp ‘doğruyu, yalnızca doğruyu söyleyeceğine’ yemin edenlerin kendilerini hapse göndereceğini bile bile tüm gerçeği anlattıklarını görmüştük.
Komisyondaki senatörlerin en karmaşık konuyu bile açmaya yarayacak ters sorularla sanıkları sıkıştırmalarını izlemiş, bizde de böyle olabileceğini zannetmiştik.
Meclis Araştırma Komisyonu’nun iki – üç haftalık performansına bakınca yanıldığımızı bir kez daha anladık. Tıpkı, hayatı boyunca gördüğü tek mahkeme salonu filmlerdekiler olan birinin, gerçek bir duruşma için Türkiye Cumhuriyeti Adliyesi’ne gittiğinde geçirdiğine benzer bir şaşkınlık içindeydik.
Hiçbir şey filmdeki gibi değildi.
Komisyonun çağırdığı tanıklar canları istediği zaman komisyona geliyorlardı. Hatta istemeyen çağrıyı rahatlıkla duymazdan gelebiliyordu. Komisyon üyeleri neyi araştırdıklarından habersizmiş gibi ‘çanak sorular’ soruyorlar, tanıklar canlarının istediğini söyleyip, istemediğini söylemiyorlardı.
Son umudumuz olayın açığa kavuşturulması için, görevden alınan Emniyet Müdürü’nün bizzat olayın muhakkikliğini üstlenip işin üzerine gitmesiydi.
Çünkü filmlerde öyle oluyordu. Elinden silahı ve rozeti alınarak görevden uzaklaştırılan ‘iyi polis’, teşkilattaki samimi bir arkadaşının da yardımıyla araştırmalarını sürdürüyor ve gerçek suçluların yakasına yapışıyordu.
Filmin son sahnesinde polisi görevden alan Vali’nin ekşi bir yüz ifadesiyle silahı ve rozeti iade etmesi, buna karşılık kahraman polisin göreve dönmeyi reddederek sevgilisinin elinden tutup uzaklaşması gözlerimizi yaşartıyordu.
Oysa Kemal Bey daha sonra elinden tutup birlikte uzaklaşabileceği sevgili eşi olduğu halde bir kenarda oturmayı tercih ediyordu.
Keşke her şey Amerikan filmlerindeki gibi olsaydı.
