Aktüel Dergisi’nin ilk sayısının hazırlıklarını sürdürdüğümüz günlerdi. Editör arkadaşlarımızdan birisi elinde “müthiş bir haber”le odama geldi.
“Müthiş haber” dediği şeyi dinleyince damarlarımda akan kanın bir an için donduğunu hissettim.
Zeka özürlü bir çocuk yaşadığı semtten kaçırılmış ve bir iki hafta sonra İstanbul’un kenar semtlerinden birinde bitkin bir şekilde bulunmuştu.
Hastaneye götürülüp tedavi altına alınan çocuğun organ tacirleri tarafından kaçırıldığı ve bir böbreğinin alındığı anlaşılmıştı.
Haberin kaynağı da yine Aktüel’de bizimle birlikte çalışan bir arkadaşımızdı. 0 da haberi baldızından duymuştu, çünkü kaçırılan çocuğun bir akrabası baldızı ile aynı işyerinde çalışıyordu.
Editör arkadaşımla birlikte hemen bir plan yaptık. Öteki arkadaşımızın baldızının çalıştığı işyerine gidilecek, orada çocuğun akrabası ile konuşulacak ve daha sonra o akraba aracılığıyla çocuğun evi bulunacaktı.
Planın ‘baldızın işyerine gitme’ye kadar olan bölümü “başarıyla” uygulandı. Ama sonrası tam bir hayal kırıklığıydı. Akraba çocuğun gerçekten akrabası değildi. 0 da bir komşusundan duymuştu. Komşu da bir başkasından… Öyle anlaşılıyordu ki öykü neredeyse bütün Bakırköy tarafından biliniyordu, ama çocuğu gerçekten tanıyan bir tek kişi bile yoktu.
“Müthiş haber”in bir zamanlar İstanbul’u karıştıran ‘konuşan sakallı bebek’ gibi bir efsaneden başka bir şey olmadığı anlaşılıyordu.
Aradan neredeyse altı yıldan fazla zaman geçti. Daha sonra aynı haberi değişik biçimde belki elli defa dinledim. Efsane, almış başını gidiyordu.
Bu olayı yeniden hatırlamama sebep karaciğer naklinden başka bir kurtuluş umudu olmayan Nurcan Çakıroğlu’nun talihsizliği oldu.
Nurcan, gazetecilerin, doktorların ve kanun adamlarının organ nakli ile ilgili kanunu yeterince bilmiyor olmalarının kurbanı olmuştu.
Radikal iki gün üst üste konuyu araştıran, tartışan manşetlerle yayımlandı. Doktorlar ve hukuk adamları eleştirildi.
İşte bu noktada bir özeleştirinin gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu aslında yalnızca benim ve diğer Radikal yöneticilerinin değil, tüm Türk basınının yapması gereken bir özeleştiri.
Biz gazeteciler bazen haberin büyüsüne kendimizi öyle kaptırıyoruz ki en temel gazetecilik reflekslerimizi bir kenara itiveriyoruz.
Organ naklini düzenleyen kanunu bilmemekle suçladığımız doktorlar ve kanun adamları kadar bizler de suçluyuz.
Bir düşünün bakalım. Bugüne kadar gazetelerde, televizyonlarda “ölünün korneasını çalmakla” kaç doktoru ve kaç hastaneyi suçladık? Ölünün yakınlarının feryadına ve ‘canavar ruhlu tacir doktor’ haberlerinin büyüsüne kendimizi kaptırmamış olsaydık, kanuna bir göz atar, 14. maddesinin hekimlere bu yetkiyi verdiğini görür ölüden ‘kornea almanın’ bir hırsızlık olmadığını kolayca anlayabilirdik.
Medyada yer alan bu tür yanlış haberlerin etkisinde kalan kaç doktor acaba yapması gereken şeyi yapmaya cesaret edemedi? Acaba kaç kişi, bizlerin sorumsuzca suçladığı doktorlardan birisi olmamak için, yasanın kendisine verdiği izni kullanamadı? Acaba kaç göz bu yüzden kornea nakledilemediği için sakat kaldı? Ve daha kaç kişi kalacak? Kaç kişi ömrünün son günlerini bir organ bulunur umuduyla geçirecek? Hekimler gazetelerden korkularından kaç kişinin kullanılabilir organının göz göre göre toprağa gidişine sessiz kalacak?
Evet, bizler de suçluyuz. Tanrı hepimizin günahlarını affetsin.
