RADİKAL

Pizza Milano

 Kuşadası’ndan Davutlar’a giden yol üzerinde gördüm bu tabelayı. Yolun sol tarafında, karşı taraftakilere göre daha ucuz olduğunu tahmin ettiğim arsalardan birine konduruluvermiş tek katlı beyaz bir binaydı. Florasan lambalarla aydınlatılmış cephesine boydan boya şöyle yazılmıştı: Pizza Milano -Pide, Kebap, Lahmacun Salonu.

İlk tepkim gülmek oldu. O lokantaya girmek ve mönüsüne bir göz atmak isterdim. Ama arkadan canavar gibi gelen günü birlik ‘ tatilcilerin otomobillerinden korkumdan yolun soluna geçmem mümkün olamadı.

Bu yüzden pide, kebap ve lahmacun yapılan bir lokantaya “Pizza Milano” ismini koydurtan şeyin ne olduğunu birinci elden öğrenemedim.

İsmin uyandırdığı gülme tepkisi geçince aslında bunun hiç de gülünecek bir şey olmadığını düşündüm.

Bu isim aslında genel olarak bütün bir ülkeyi tarif ediyordu: Dışından Avrupalı, içinden Doğulu!

Türkiye aslında dev bir Pizza Milano’ydu. Batılı gibi görünüp, Batılılığı yalnızca bir etiket olarak taşımaya çalışırken, içinde sadece gününü kurtarmayı kar bilenler yaşıyordu.

Söylenenlerle yapılanlar arasındaki fark pizza ile kaşarlı, sucuklu pide arasındaki fark gibiydi.

Bu örneğin Kuşadası’nda ortaya çıkması da kaderin bir cilvesi olmalıydı.

Turizmi patlatacağız diye yapılmış devasa otellerin havuzlarına inen asansörlerin kapılarına yapıştırılmış “out of order” (Bakınız: Pine Bay Oteli’nin havuz asansörü) yazılı beyaz kâğıtlarla başlıyordu Doğululuk. Havuza inmek için asansörü kullanacak insanların şu kadar liralık elektrik yakacakları hesaplanmış olmalıydı.

Dağı taşı neredeyse bütün Denizli, Aydın, İzmir, Ankara ve İstanbul’un nüfusunu sığdırabilecek kadar çok sayıda “bilmem ne tur tatil sitesi” ile doldurup, sonra da bu evciklere traktörlerle su taşımak da işin bir başka yönüydü.

Bizim kültürümüzde aslan yattığı yerden belli olurdu. O yüzden dışardan görünmeyen her şeyin büyük bir pislik denizi içinde yüzmesinde de bir sakınca yoktu.

O tatil sitelerinde yaşayanlar en Avrupa mayolarla denize girer, geceleri en son parçalarla dans ederlerken; oturdukları evleri yapmak için Türkiye’nin en lezzetli şeftalilerinin yetiştiği bahçeleri sökmekte bir sakınca görmemişlerdi.

Arada bir yürek ferahlatan görüntüler de yok değildi. Kuşadası şartlarında içine rahatlıkla 600 – 700 “ikiz tripleks villa” yapılabilecek bir araziyi tavşanlar, üzüm bağları, şeftali ve dut ağaçları, ördekler, kazlar ve atlarla zenginleştirip, sadece ‘çöp şiş’ satmaya çalışan ‘Değirmen’ gibi yerler de vardı. Onlar da Kuşadası’nın ‘Batılı’ yüzünü oluşturuyorlardı ama büyük ‘ikiz tripleks villa’ okyanusu içinde küçük adacıklardan ileriye gidemiyordu bu çabalar.

Vaktiyle Sakallı Celal’in “Türkiye Doğu’ya giden bir gemidir, bazıları içinde Batı’ya doğru yürüseler de” sözleriyle anlattığı gerçek, bu kez, Kuşadası’ndaki bir kebapçıda ifadesini bulmuştu.