Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Şarkımı senin için yazdığımı bilseydin!

Türk usulü eğlence yerlerine gitmeyeli epeyce zaman olmuştu. Son haftalardaki ‘ruh durumumu’ dikkate alan arkadaşlarım beni ‘ele almaya’ karar verdiler ve İsmet Berkan önderliğinde ‘eğlence turlarına’ katıldım.

Türk usulü eğlence denilince şöyle oluyor: Önce yemek yemeye bir yerlere gidiliyor. Orada bolca içiliyor. Sonra oradan ‘günün gözde mekânlarına’ geçiliyor. Tabii orada da bolca içiliyor. ‘Tek kapı yapmak’ kabul edilebilir bir davranış biçimi olmadığı için oradan da bir yerlere gidiliyor, o ‘bir yerlerde’ de bolca içiliyor. Sabahın ilk saatlerine kadar kaç kapı yapacağınızı da dayanma gücünüz belirliyor.. Bu ‘kapı’lardan en az bir tanesinde ‘Türkçe’ eğlenmek gerekiyor… Klasik Türk müziğinden halk türkülerine, arabeskin en ağdalısından fantezi müziğin en içli örneklerine kadar her türlü şarkının birbiri ardı sıra bağırış çığırış söylenmesi demek bu.. Sahnedeki gençlerle birlikte her şarkıya iştirak ediliyor, eller havada rüzgârda kalmış bir iğde dalı gibi sallanılıyor, hızını alamayan oturduğu yerde ayağa kalkıp kıvırıyor..
Fakat nedense bu eğlence insanın depresyonunu biraz daha artırmaktan başka bir işe de yaramıyor. Her çalınan şarkı bir anıyı canlandırıyor, her canlanan anı bir başkasını çağrıştırıyor, her çağrışım o sırada çalınmakta olan şarkıya daha derin anlamlar yüklüyor.. Bu böyle bir kısırdöngü şeklinde sürüp gidiyor. Duygu yükü arttıkça kadehlerin tükenmesi daha da hızlanıyor ve gecenin sonunda ruhen harap olmuş, karaciğeri aşırı zorlanmış, sigara dumanı ve gürültünün yol açtığı ağrı nedeniyle başını kesip atmak isteyen insanlar geldiklerinden daha da yalnızlaşmış olarak evlerinin yolunu tutuyorlar.
En ilginci bütün şarkıların aynı ritmle çalınıyor olması. Örneğin benim ‘En içli halk türküleri’ klasmanında tuttuğum ‘Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar’ ile Ciguli’nin ‘Binnaz’ı aynı tempoyla çalınıyor ve aynı el kol kıvırmalarıyla söylenebiliyor.
Şarkı ‘deniz ve mehtap / sordular seni / neredesin? / nasıl derim terk etti / bırakıp beni gitti’ derken ağlaması gereken herkes gülüyor. İnsanlar ‘Mihriban’ın sarı saçlarından çözülemeyen gönülün hikayesini dinlerken göbek atabiliyorlar.
Orada insan Türk şarkılarının ne kadar içli olduğunu bir daha anlıyor. Aşk şarkılarının tümünün kavuşamamak üzerine yazıldığını, sonu mutlu biten bir aşk şarkısının repertuvarımızda neredeyse hiç olmadığını fark ediyor. Ama beni asıl dehşete düşüren şey; bu içli şarkılarla hüzünlenip ağlamak yerine herkes gülüyor, eğleniyor, göbek atıyor…
Dünyada acı çekmekten bu kadar zevk alan başka bir ulus olabilir mi bilmiyorum.. ‘Güleriz ağlanacak halimize’ deyişinin hayatımızın tam içinden fışkırdığını hissediyorum böyle yerlerde.
Acaba, diyorum kendi kendime, aşk acısından kurtulmanın yolu bu acıyı mümkün olduğu kadar çok tekrarlayarak onu sıradan bir duygu haline getirmekten mi geçiyor?
Karar verdim ki ben depresyondan böyle kurtulamayacağım. Kurtulmayacağım!