Biraz deniz biraz uyku!
İŞTE bütün isteğim buydu. Tıpkı şarkıdaki gibi, Bodrum’da aldım soluğu.
Aradığımı fazlasıyla buldum.
Bu yazıyı denizin üzerinde, bir yelkenli teknede yazıyorum.
Açık denizin insana verdiği sonsuz boşluk duygusu, bir teknenin bordasının belirlediği darlık duygusu arasındaki derin çelişkiyi düşündüm ister istemez.
Tatlı-ekşi sos gibi sanki.
Ne biri, ne diğeri! İkisi bir arada var olabiliyor, her biri kendi özelliğini korurken, birlikte bambaşka bir tada dönüşüyor.
Bir kitapta Hint Avrupa dillerinin konuşulduğu geniş coğrafyada “korku” kelimesinin, “darlık” kökeninden geldiğini okumuştum.
Latince “angere” daraltmak, sıkıştırmak anlamına gelirmiş. Almancadan örnek veriyordu yazar: Angst (korku) ile “enge” (dar) gibi!
Kim bilir belki de kent ve iş yaşamının insana verdiği sıkışma duygusu, günlük korkularımızın ortaya çıkmasına yol açıyordur.
Sıkışma, daralma deyip geçmemek gerek.
Bu sadece şu kadar metrekarelik bir odada günlerimizi geçiriyor olmamızdan kaynaklanmıyor.
Uzun süren ilişkilerde, sevgililer, eşler hatta arkadaşlar arasında bile böyle bir duygu ile karşılaşabilir insan.
Yaşamının kendi elinden gittiğini, başkalarının emir ve istekleri arasında sıkıştığını, bir tür köleye dönüştüğünü düşünüp, aynadaki yüzüne korku ile bakar: Ben kimim, burada ne işim var, kaçıp kurtulmalıyım!
Elbette uykudan daha iyi bir kaçış olmadığını bilecek kadar yaşadım.
Beynin çalıştığı, düşünmeye devam ettiği sürece kaçış mümkün değil çünkü.
Beynimiz uykuya dalıp, gerçek dünya ile ilişkisini kestiğinde başlıyor kaçış.
Ben korkulu rüya görmem pek, belki de uykuya daldığımda bir şeylerden kaçabildiğimi düşünmeme sebep olan şey budur. Benim rüyalarımda güzel şeyler olur hep.
Korkulu rüya görerek uyananlara da üzülmüşümdür hep.
Rüyasında bile kaçamadığı şeylerin esiri olarak kalmaya mahkûm oldukları için!
Şövalyelik ruhuna ne oldu?
OKAN Bayülgen’in “O çok çirkin”, “Şu da çirkin”, “Bunun yüzüne bakılmaz”, “Kemikleri sayılıyor” gibi demeçlerini yadırgayarak ve hayretler içinde kalarak okudum.
Yadırgadım, çünkü: Ona buna sataşarak gündemde kalabilen magazin şöhretlerini ve buna çanak tuttukları için magazin basınını şiddetle eleştiren, ününü sadece yaptığı işin doğruluğuna borçlu olan başarılı bir insanın, bu tür polemiklerle ne işi olabileceğini anlayamadım!
Hayretimin ise iki nedeni var.
Birincisi, bir kadın ile ilgili olarak uluorta konuşulması. En hafifinden “ayıplanacak” bir tutum. Üstelik ikisi de evli, çocukları var, kendilerine yeni bir yaşam kurmuşlar, onunla da mutlu görünüyorlar.
İkincisi, bir kadını “güzel-çirkin” diye tanımlama çabası. Hepimiz biliyoruz ki herkesin sevdiği kadın, kendisine güzel. Elbette başka kadınlar ile ilgili böyle fikirlere sahip olabiliriz ama doğru olan insanın bunu kendisine saklamasıdır.
Herkesin güzellikleri üzerinde fikir birliğine vardığı “plastik güzeller” de dahil olmak üzere, bir kadını böyle tanımlamak, bunu kamuoyunun gözünün önünde yapmak tuhaf geliyor bana.
Her kadının saygıyı hak ettiği ve saygı gördüğü “şövalyelik günleri” belki geride kaldı ama şövalyelik ruhuna ihanetin böylesi, yakışık almıyor!
Bir günlüğüne soyunabilir miyiz?
SÖZ korkulardan açıldı madem, Salman Rüşdi’nin son romanı Floransa Büyücüsü’nden de bahsetmeliyim. (Can Yayınları, Çeviren: Begüm Kovulmaz.
“Bu aralar hangi romanı okusam” diye düşünenler varsa, öneririm.)
Salman Rüşdi, bu romanında fantastik bir şey anlatıyor.
Eski çağlarda, doğunun kentlerinden birinde kadınlar arasında derin bir kıskançlığın yol açtığı dedikodular toplumsal düzeni sarsmaya başladığında şöyle bir çözüm bulunuyor:
Bütün kadınlar, bir günlüğüne üzerlerindeki her şeyi, saçlarındaki tokalardan, iç çamaşırlarına kadar çıkartarak sokağa çıkıyorlar.
Elbette onları erkeklerin kötü emellerinden korumak için Şah’ın öteki emri de uygulanıyor: Erkekler de o gün gözlerini sıkıca bağlayacaklar ve hiç açmayacaklar. Açanın başına nelerin gelebileceğini tahmin edebilirsiniz: Şah’ın emrine karşı çıkmak, ölümdür!
Emir uygulanıyor. Ve kentin tüm kadınları, zengini, fakiri, yaşlısı, genci, şişmanı, zayıfı bir günlüğüne, birbirlerini oldukları gibi görme olanağına kavuşuyorlar.
Kimsenin kimseden bir fazlası ya da eksiği olmadığını gördükleri gibi, kusursuz bir kadın olamayacağının da farkına varıyorlar.
Salman Rüşdi’nin romanında bu bölümü okurken, cennet vatanımız ve yıllardır bize musallat olan karşılıklı güvensizliklerimiz geldi aklıma.
Acaba hepimiz, bir günlüğüne “olduğumuz gibi” görünmeyi başaracak olursak, bugün toplumsal yaşamımızı tehdit
Takiyeleri, korkularımızı, endişelerimizi ve güvensizliklerimizi bir gün için de olsa üzerimizden sıyırıp atabilir miyiz?