Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Bu davayı hep birlikte izleyelim

BU cuma günü Ankara’da bir “terör örgütü davası” görülecek. Yaklaşık olarak altı aydır tutuklu bulunan 22 kişinin Sincan F Tipi Cezaevi’nde yatıyor olmalarının nedeni Hopa’da seçimler sırasında yaşanan olayları protesto etmeleri.

Savcılık, bu gençleri “silahlı terör örgütü üyeliği” ile suçluyor. Ancak iddianamede böyle bir örgüt ile öğrencilerin ilişkisini kanıtlayan somut bir delil de görmedim.
Nasıl bir emir komuta zinciri içindeler, eylemlerini nasıl planlıyorlar, örgüt nasıl finanse ediliyor, tutuklu ve tutuksuz sanıkların örgüt içindeki konumları nedir, kimler lider, kimler sempatizan, bunları anlayabilmek mümkün görünmüyor.
Pardon, sizleri yanıltmış olmayayım. Örgüt üyeliğinin kanıtlarından birinin de bazı gençlerin saçlarını, hapisteki arkadaşlarına destek olmak için kestirmiş olmaları olduğunu da söylemeliyim.
İddianamede sanıkların terör örgütü üyeliğini kanıtlayan deliller olarak sunulan şeylerin çoğunluğu kitaplardan ibaret.
Tıpkı 12 Eylül öncesi ve sırasında olduğu gibi baş suçlu Sol Yayınevi’ne ait kitaplar. Gerçi bir iddiaya göre 12 Eylül 1980 ile 12 Eylül referandumu sırasında hesaplaştık ama belli ki hâlâ “açık kalan hesaplar” kalmış!
Suç kanıtları arasında Marx ve Lenin’in kitapları, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya fotoğrafları, Oğuzhan Müftüoğlu’nun anılarını anlattığı kitabı var.
İddianamede ayrıca bu kitapların kimilerine ilişkin yasaklama tarih ve karar sayısı da var. Lenin’in “Gençlik Üzerine” kitabı 1975’te, Mahir Çayan’ın “Toplu Yazıları” 1979’da yasaklanmış. Üzerinden bunca af yasası geçti ama demek ki kitap affetmek, katil affetmekten daha zor bu memlekette.
“Silahlı terör örgütü” suçlamasının bir dayanağı da sanıkların evlerinde yapılan aramalarda ele geçen “silahlar”. Şöyle sıralanıyor: 150 cm uzunluğunda, 2 cm kalınlığında sert plastik sopa, 90 x 90 çapta kareli puşi, 4 adet 60 cm tahta sopa, üzerinde TTB yazan şemsiye, sopasız flama!
“Yetmez ama evet”çi arkadaşlara 12 Eylül davalarının bazılarına benzeyen bu davayı dikkatle izlemelerini öneririm.
Sadece onlara değil tabii, hepimiz dikkatle izlemeliyiz. 2011 yılının Aralık ayında, cennet vatanımızdaki demokrasinin düzeyini bir kez daha idrak edebilmemiz için!

Dört yıl dört ayda sadece dört veto!

CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, şike ile ilgili yasayı neden veto ettiğini anlattı. Dün Fikret Bilâ, Cumhurbaşkanı ile görüşmesinden edindiği izlenimleri Milliyet’te yazdı. Buna göre Cumhurbaşkanı eski yasadaki cezaları çok ağır bulmakla birlikte, yeni yasadaki cezaları da caydırıcılıktan uzak bulmuş. Bu nedenle de veto yetkisini kullanmış.
Benim de aklıma takıldı tabii. İlk yasadaki cezaları ağır buluyorduysa yasayı o zaman neden veto etmedi?
Cezanın çok ağır olması uygun olabiliyor da hafif olması neden uygun olamıyor? Devletimizin “cezalandırıcı” geleneğinin bir devamı mı bu acaba?
Cumhurbaşkanı’nın görevde bulunduğu yaklaşık dört yıldan dört ay uzun süre içinde 656 adet kanun ve kanun hükmünde kararnameyi incelediğini biliyoruz.
Bugüne kadar veto yetkisini dört kez kullanmış. Serbest muhasebeci ve mali müşavirler ile ilgili yasa, elektronik haberleşme kanunu, iş kanunu, işsizlik sigortası kanunu ve SSK kanununda değişiklik yapan yasa ve bu sonuncusu ile birlikte dört veto!
Kamuoyunda çok tartışılan, muhalefet partilerinin şiddetli itirazları ile karşılaşan, bir bölümü Anayasa Mahkemesi’ne gönderilen birçok kanunun yıldırım hızıyla imzalandığını da hatırlıyorum.
Hatta yurtdışı gezilerinden döner dönmez ayağının tozuyla imzaladıkları bile var.
Onun için bu son vetonun biraz tribünlere oynamak olduğu kanısındayım.
Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini neden ve nasıl kullandığına karışmak elbette kimsenin haddine değildir ama başka birçok konuda olduğu gibi bu konuda da “tutarlılık” konusuna dikkat etmek önemlidir diye düşünüyorum.

Çocuklar Allah’a emanet Hıncal Ağabey

HINCAL Uluç, dün Sabah’ta şöyle soruyordu: “İstanbul çocuklarının sahibi yok mu?”
Daha önce bu konuda çok yazdım, çok açıklama aldım, Hıncal Ağabey’in sorusunun yanıtını ben vereyim: Hayır yok! Sadece İstanbul’da değil, Türkiye’nin her yerinde servislere binip okullarına giden ve evlerine dönen çocuklar sadece Allah’a emanetler!
Bir kere servislerin çoğunda bulunması gereken sorumlu öğretmen bulunmuyor. O sorumlu öğretmen ki servis sürücüsünün aracı nasıl kullandığına dikkat edecek, çocukların araç içinde tehlikeli hareketler yapmasını önleyecek. Eğer servis güzergâhı üzerinde oturan bir öğretmen varsa ne âlâ, servise o da biniyor. Ama yoksa çocuklar “şoför abinin” ellerine emanet!
Servis araçlarında her koltukta emniyet kemeri zorunlu! Ama kemerin takıldığını gösteren hiçbir işaret yok. Hatta servislerin hepsinin her koltuğunda emniyet kemeri bulunduğu bile kuşkulu. İnanmayanlar bir gün yolda geçerken servis minibüslerine baksınlar. Çocuklar ayakta, hoplayıp zıplayarak yolculuk ediyorlar.
Servis sürücülerinin hepsi değilse bile bazılarının trafik kurallarına aldırmadıkları da bir sır değil.
Kimseyi suçlamıyorum, çünkü topyekûn bir ilgisizlik söz konusu. Milli Eğitim Müdürlüklerinden okul yönetimlerine, öğrenci velilerinden trafik yöneticilerine kadar yaygın bir ilgisizlik.
Ve elbette trafikte giderken öğrenci servislerinin bu tür ihlallerini gördüğü halde müdahale etmeye çekinen benim gibi ilgisiz ilgili yurttaşlar!