Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Öyleyse düş Hipokrat!

HİPOKRAT diye bir adam vardı, toprağı bol olsun, kendisi değilse bile ruhu günümüze kadar yaşadı, ama galiba o da artık rahmetli olmuş!

Romantik bir durumdu, hekimler onun adına yemin ederlerdi, ama artık günümüz dünyasında romantizme de yer kalmadı sanırım.
Baştan söylüyorum, bu yorumu yazdığım sırada, konuyla ilgili haber yalanlanmamıştı ve dilerim ki kısa sürede yalanlansın, ben de onu bu köşede yayınlayayım. Hipokrat’ın fikrini severim çünkü ve ruhunun bu nedenle azap duymasını istemem.
1 Mayıs’ta gaz bombası kartuşuyla başından ağır yaralanan ve kafatasında kırıklar oluşan 17 yaşındaki Dilan Alp’in, olaydan sonra kaldırıldığı hastaneden “Yerimiz yok, başka kapıya” denilerek taburcu edildiğini okudum.
Yeni yattığı hastanenin de, zorla taburcu edildiği hastanenin de adını vermeyeceğim. Bunun hiçbir önemi yok çünkü. Dedim ya beni üzen şey Hipokrat’ın durumu!
Dilan’ın babasına şöyle denilmiş: “Kızını taburcu edeceğiz, boş yerimiz yok, kızını ister eve götür istersen başka bir hastaneye”.
Dilan’ın bu sırada “yoğun bakımda” olduğunu da belirteyim.
Yoğun bakımda yatan bir kız çocuğunu kapının önüne koyan bir hastane var bu ülkede. Ne diyeyim bilemiyorum.
Vicdanlar bu kadar köreldiyse Sezar’ın son tiradındaki son sözünü artık Hipokrat’ın da söylemesinin zamanı geldi demektir: “Öyleyse düş Hipokrat!”

Kuldan utanmazsanız Allah’tan korkun

76 yıl önce kurulan, ülkemizin en eski botanik bahçesine de yakında veda edebiliriz.
Nazi rejiminden kaçarak ülkemize gelen Alman bilimadamlarından biri olan Ord. Prof. Dr. Alfred Heilbronn’un kurduğu botanik bahçesi meğerse Osmanlı döneminde Şeyhülislamlık olarak kullanılan bir binanın bahçesiymiş!
Milliyet’teki habere göre Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu bina ile ilgili “bazı talepleri” varmış ve rektör de bunu doğruluyor.
Talebin ne olduğunu tahmin edebiliriz. Diyanet İşleri Başkanı kendisini şeyhülislam zannediyor ve bahçeyi de, binayı da almak istiyor.
Başbakan’ın kendisini padişah zannettiği bir ülkede şaşırılacak bir tutum değil tabii.
O bahçe, Fen Fakültesi’nin elinden çıkar da Diyanet İşleri Park Bahçeler Müdürlüğü’nün (tabii böyle bir makam varsa) eline geçerse, ne olur, tahmin etmek zor değil.
İşe yarayacağını zannetmemekle beraber bununla ilgili bir cümle söylemek istiyorum:
Allah’tan korkun!

Anlayışı kıt bir gazetecinin merak ettiği konu

AYRILIKÇI Kürt taleplerinin çözüm yolunun demokratikleşmeden geçtiğine inanıyorum.
Birçok kişi beni bu nedenle “saf” buluyor olabilir, olsun, unutmayalım ki dünyanın başka yerlerinde de ayrılıkçı hareketleri marjinalize etmenin yolu bundan geçti.
Ama Türkiye’de bunu bugüne kadar başaramadık.
Birçok nedeni olabilir, geçen zamanı geri getirmek de mümkün değil.
AKP hükümeti bu konuda kulağını tersten gösterdi, önce ayrılıkçı–silahlı örgütle pazarlığa oturdu, silahların susmasını sağladı, söylediklerine göre de demokratikleşme bunun ardından gelecek.
Olabilir, buna da itirazım yok. Silahların susması için elbette elinde silah olan ile görüşmek gerekirdi, onu yaptılar.
Ama önümüzde hâlâ bundan sonra ne yapılacağına ilişkin bir plan vs. yok.
Bilmediğimiz bir “yol haritası” olduğu söyleniyor. Hadi diyelim ki bu da olabilir, sonuçta siyasi kararlar alınıyor, siyasetçiler seçimleri de düşünüyorlar, onun için her şeyi bir anda söylemiyorlar. Buna da itirazım yok.
Bir yandan da bu konuda “Kürtlerin taleplerini” seslendirdiklerini varsaydığımız siyasetçilerin söylediklerini dinliyorum. Kimisi özerklikten söz ediyor, kimisi Kürtlere “statü” sağlanmasından. İçlerinde “PKK silahlarını yurtdışında en az bir 25 yıl elinde tutacak” diyenler de var.
Söylenenlerin bir bölümüyle mutabık olmadığım halde bunu da normal kabul ediyorum.
Sonuç olarak onlar da siyasetçi, seçimleri düşünüyor olabilirler, böyle konuşmalarının nedeni silah bırakmak istemeyenleri ikna etmek olabilir, yani bu söylenenlere de itirazım yok.
Ama şöyle garip bir durum da ortaya çıkıyor: Bazı insanların da kendilerine göre başka “hassasiyetleri” var, onlar bunları söyleyince bir kıyamettir kopuyor.
Karşılaştıkları en hafif eleştiri “Sen barışı istemiyor musun” oluyor, doz giderek artıyor, “Kandan medet umuyorsunuz” düzeyine kadar da çıkıyor.
İşte bunu anlamakta zorluk çekiyorum.
Herkesin konuşma hakkı varsa, onların kendi hassasiyetlerini, eleştirilerini seslendirmeleri neden eleştiriliyor?
“Barışın dilini hâkim kılmak” gibi ne olduğunu pek de anlamadığım bir söz var, son zamanlarda sık sık dile getiriliyor.
Buna göre bazı şeyleri söylemek, bu hâkimiyeti engelliyor, barış tehlikeye giriyor vs.
O zaman ben yine başa dönüyorum: Demokratik haklara ne oldu?
Bu meseleyi enine boyuna serbestçe konuşamayacaksak, hâkim görüşün tersine seslendirilen her fikir “Kan istiyorsun vs.” diye terörize edilecekse, demokrasi nasıl gelecek?
Demokrasi dediğimiz “şey”, insanların birbirlerini serbest tartışma ortamında ikna etmeye çalışmaları anlamına gelmiyor mu?
Bazı soruları sormak yasaksa, orada demokrasiden söz edebilir miyiz?