Simi… Bu dört harf bana artık hep Sezen Aksu’yu çağrıştıracak. Manos’un, sabahın 11’inde “bir küçük uzocuk” davetiyle oturduğum masadan Simi’yi seyrediyorum.
Hiç bozulmamış mimarisiyle bir küçük köy. Bizim eski İzmir’in “Rum evleri” diye sözünü ettiğimiz evleriyle çevrelenmiş bir küçük köy. Belki Bornova’da hâlâ, “yap – sat”a kurban gitmemiş bir iki örneği kalmış bile olabilir.
Bizde olmayan minicik kanal karideslerini kızgın bir yağda kızartmış Manos. Türkçe “leblebi” diyor, “kabuklarıyla ye, çıtır çıtır…”
Uzaktan Sezen Aksu çalıyor, “Uzak diyarlarda evli barklı / mutluluk en çok onun hakkı…”
Bir kadın düşüyor aklıma…
Kim bilir kim için yazılmış bir şarkı… Sezen söylediğine, Meral de sözlerini yazdığına göre bir erkekten söz ediyor olmalı. Ama benim erkek aklım nedense bir kadın hayal ediyor.
Belki selede uzun süre bekletilmiş bir zeytinin pembe esmerliğinde bir kadın… Ayası beyaz küçük ayaklarını denize sokmayı seven, siyah saçları gözünün önünde kahküller yapmış bir kadın! Belki bir sarışın kim bilir? Kimse olmayan yeşil gözleriyle, kısa kesilmiş saçlarıyla bir sarışın… Hiçbir şey için acele etmeyen, her şeyin tadını çıkara çıkara hayatın her anını yakalamak isteyen birisi, buna eminim.
Uzaktan gelen şarkı değişiyor bu arada “Seni içime çektim bir nefeste / yüreğim tutuklu gönlüm kafeste / yanacağız ikimiz de ateşte / aşk için ölmeli aşk o zaman aşk…”
Beyin düşünür, yürek sever
Ertuğrul Özkök ile konuşuyorum. Okudunuz mu bilmiyorum, dün Hürriyet’te, binlerce yıl önce beyni fındık kadar olan ilkel bir insanın ta Afrika’dan yola çıkıp Gürcistan’a kadar gelebildiğini anlatıyordu.
Ertuğrul’a önemli olanın beyin olmadığını söyledim. Tam o sırada “Olmasa mektubun, yazdıkların olmasa” başlamıştı. “Sevmek bazı şeyleri göze almaktır” diye devam eden…
Önemli olan beyin değil, yürektir diye düşündüm. O ilkel insanı binlerce yıl önce Afrika’dan Gürcistan’a kadar yürüten şeyin beyin değil, yürek olduğu çok açık… Fındık kadar bir beyin, ama mangal kadar bir yürek!
Bugün belki de Kemal Derviş’in ihtiyacı olan şey.
Bir kıvılcım yeter…
Bunu söylediğimde Ertuğrul, başıma güneş geçtiğini, böyle bir ortamda bunların hiçbir öneminin olmadığını hatırlattı.
İnsanlar beyinleriyle düşünüyorlar belki ama yürekleriyle seviyorlar.
O yürek ne kadar büyük olursa o kadar karşı konulmaz ve dayanılmaz oluyor aşk. İki insanı tutuşturmak için bir kıvılcım yetiyor. Ondan sonrası büyük bir yangın…
Gökte Ay da var. “Dedim ay on dört, ben dolunay…”
Bir Haris Alexiou çıkıyor karşıma, bir Sezen… Uzolara buz gibi beyaz şaraplar karışıyor.
Elimi uzatsam tutabileceğim mesafede Datça var. Bu nasıl bir coğrafya ki bu kadar iç içe geçmiş ama bizleri bu kadar uzak tutmayı da başarmış…
Şinanay şinanay dalgalar…
Bir büyük konfederasyon hayal ediyorum, Ege’nin iki yakasını birleştiren… Renkleri de ne güzel olurdu: Kırmızı-beyaz-mavi.
Küçük limandaki teknelerin birçoğunun serenlerinde şanlı bir hilal, şafaklar gibi dalgalanıyor… Meçhul bir grafikerin elinden çıkmış mavi beyaz liman bayraklarına nispet yapıyor sanki…
Bir “çiftetelli turki ko” başlıyor… Şinanay yavrum, şina şina şinanay! Ege dalgalanıyor kuzeyden bastıran bir rüzgârla… Şinanay şinanay dalgalar… Bu coğrafyada doğup, buralarda büyümek bizler için ne büyük bir şans… Kalbimiz beynimizi esir almış, çırpınıp duruyor. Teknelerle nasıl bir ortamda olduklarını asla anlayamayacak İngilizler, İskoçlar neden kadehleri böyle hızlı yuvarladığımızı ve garip bir lisan konuştuğumuzu hiç anlayamıyorlar…
Anlayamayacaklar da…