Bir süredir 17 Ekim günü yapılacağı söylenen ‘bugün gazete alma’ eylemi ile ilgili olarak e-postalar alıyorum. Buna göre boykotun amacı ‘basının kendisine gelmesini sağlamak’ olarak açıklanıyor. İddia şu:
Pazar günü bir bulvar gazetesinin manşetinde yer alan bir haberin perde arkası, Türk basınını bekleyen tehlike hakkında düşündüklerimin ‘kişisel bir hezeyan’ olmadığını ortaya koyuyor.
Doğrusunu isterseniz ne Reha Muhtar’ın ne de Ali Kırca’nın yerinde olmak istemezdim. Yeni milenyumun başlangıcı üzerlerine bir kâbus gibi çökmek üzere.
Her şeyin normal gittiği günler biraz depresif olduğumuzu kabul etmeliyim. ‘Olduğumuz’ derken ’emperyal majesteleri’ ya da bazı Türk büyükleri gibi kendimden ‘birinci tekil şahıs’ olarak bahsetmediğimi de bilmenizi isterim. Burada...
Bülent Ecevit ile Bill Clinton’ı ‘Oval Ofis’te sohbet sırasında gösteren fotoğraf, Başbakan’ın Amerika ziyaretini bir anda ‘bir siyasal temas’ olmaktan çıkardı ve bir ‘Amerikan ahlakı-Türk ahlakı’ tartışmasına dönüştürdü. Benim cennet...
Önce şu tanımda anlaşmalıyız: Cezaevleri, adı üstünde, yasaların tarif ettiği suçları işleyen insanların, bu suçlarının cezasını çektikleri yerlerdir. Söz konusu suçların ve cezalarının günün gerçekleriyle bağdaşmaması (örneğin fikir suçları), hatalı...
Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi kızım Yasemin de büyük dedesi, dedesi, babası, amcası, halası, büyük amcaları, büyük kuzenleri gibi ‘bileğini kessen sarı-lacivert kan akan’ türden bir Fenerbahçeli oldu. Fenerbahçe’nin maçı Kadıköy’deyse...
Kent dışında bulutsuz bir havada gökyüzüne bakmayalı o kadar çok zaman geçmişti ki, sadece rüzgârın sesinin duyulduğu bir gecede Tiyanşan Dağları’nda gözlerimi göğe çevirdiğimde başımın döndüğünü hissetmiştim..
Türk basınında bulvar gazetelerinin fiyat indirimiyle başlayan hareketlilik öyle görünüyor ki sadece ‘fiyatla’ sınırlı kalmayacak. ‘Ucuzluğun’ giderek bütün basını etkisi altına alacak bir tehlikeye dönüşme eğilimi gösterdiğini düşünmemize yol açacak...